Af etmek
Sizde “Allah affeder ama ben affetmem” diyen kişilerden misiniz? Kinci misiniz? Bir hatada karşınızdaki insanı silip atar mısınız? Son yılların psikoterapilerinden birisi de “af terapisi” oldu. Önce kendinizi, sonra da başkalarını affetmeniz gerekiyor. Neden af etmeliyiz bize zarar veren kişileri? Öncelikle o insanlara karşı hangi duyguları taşıyoruz? Efendim duygular kendi içinde ikiye ayrılıyor.
a - Pozitif duygular: Sevgi, aşk, muhabbet, huzur, güven vb. Bütün canlıların asıl hedefi bu güzel duygulara ulaşmak…
b – Negatif duygular: Kin, nefret, öfke, kaygı, korku, intikam vb… Yine canlılar bu duyguları yoğun yaşamak istemezler. Burada şöyle bir soru aklımıza geliyor. Peki duygu nedir? Duygu enerjidir. İşte negatif duygular, negatif enerji demek… Siz kin ve nefreti taşımakla içinizde sizi kemiren negatif enerjisi taşıyorsunuz. “Keskin sirke küpüne zarar” demiş eskiler. İçinizde taşıdığınız bu olumsuz duygularda sadece size zarar veriyor. İşte af terapisinde içinizdeki bu olumsuz enerjiyi boşaltıyorsunuz.
- Af etmek; affettiğiniz kişiyi seveceğiniz anlamına gelmiyor.
- Af etmek; affettiğiniz kişi ile dost olacağınız, konuşacağınız anlamına da gelmiyor.
- Af etmek; affettiğiniz kişiye gidip, “seni af ettim” demeniz anlamına da gelmiyor.
- Af ettiğinizden karşıdaki kişi zaten haberdar olmuyor. Siz onu kendi içinizde affediyorsunuz. Öncelikle içinizdeki bu zehirli enerjiden kendinizi kurtardığınızda çok ama çok rahatladığınızı göreceksiniz. Af etmediğiniz zaman hayatınızın en güzel yıllarını intikam hülyaları ile, kin ve nefret şarkıları ile geçirirsiniz. Hani “ermiş kişi” deriz. Biz buna psikolojide “kendini gerçekleştirme” deriz. Ermiş kişi, evliya, insan-ı kamil, kendini gerçekleştiren kişi diye tabir ettiğimiz bu zatlarda kin, nefret, öfke duygularına rastlayamazsınız. Ve onlar kimseye düşmanlık beslemezler. Af terapisinin bir başka ayağı da “kendinizi” affetmenizdir. Hayatınız boyunca kendinize duyduğunuz kızgınlık, öfke, nefret duygularını da boşaltmalısınız. Yaptığınız hataları hayat deneyiminiz olarak bir yere kaydedin ve öncelikle kendinizi affederek kendinizle barışın.
Ağaran saçlar
Gecenin karanlığı… Kış… Hava soğuk… Dışarısı karanlık… Köy odasında köylüler uzun kış gecelerini kısaltmaya çalışıyorlar. Uzun Ömer’in gür sesi bütün konuşmaları bıçak gibi kesti. “Şimdi bu saatte kim Deve Dişi Mağarasına gidebilir?” Bu söz zaten soğuk olan havada ayaz etkisi yaptı. Çıt yok… Bir kaç dakika sonra homurdanmalar, uğultular başladı. Deve Dişi Mağarası köye iki kilometre uzaklıktaydı. Sarp kayaların arasında… Binlerce yıl önce insanların yaşamış olduğu bir yer… Bu karanlıkta ve ayazda oraya gitmek gerçekten cesaret isterdi. İlk önce köyün yağız delikanlılarından Kazım’ın sesi duyuldu. “Ben giderim”. Herkes ona baktı. “Sanki bu oğlan kafayı sıyırmış galiba”, der gibi bir halleri vardı. İkinci olarak da Hacıların Yusuf gideceğini söyledi. Orada bulunanlar işi iddiaya taşıdılar. Bu iki gencin de birer kız kardeşleri vardı. Mağaraya gidip gelen, gidemeyenin kız kardeşi ile evlenecekti. Her ikisi de gidip gelirse birbirlerinin eniştesi olacaklardı. Aynı zamanda aile şerefleri de vardı işin içinde… Köylüler bir ağaç parçasını yontup kazık haline getirdiler. İlk önce Kazım gidip o kazığı mağaranın ortasın çakacaktı. Sonra Yusuf gidip onu alıp gelecekti. Kazım kazığı alıp köy odasından çıktı. Çıkmaz olaydı. Ayakları sanki birbirine dolaşıyordu. Kendi evlerine doğru yöneldi. Ayaz keskin bir bıçak gibi yüzünü kesiyordu. Verdiği sözden dolayı bin pişman olmuştu. Ama artık geri dönüşü yoktu bu işin… Caydığını söylerse, itibarı köyde beş paralık olurdu. Bütün bunları düşünürken kendini evlerinin kapısında buldu. Kapıyı açıp içeri girdi. Kısılmış olan gaz lambasının alevini azıcık açtı. Bu loş ışıkta bile benzinin sarardığı belli oluyordu. Az önce kafasını yastığa koymuş olan kız kardeşi Cemile doğruldu. Daha on dokuzunda ceylan gibi bir kızdı. “Hayırdır abi, hasta mısın? Neyin var?” “Hayır, hasta değilim de… Sorma başıma geleni” , dedi, Kazım usulca. Girdiği iddiayı anlattı. Bu şartlarda mağaraya gidemeyeceğini söyledi. Çünkü korkudan bacakları titriyordu. Cemile hemen doğruldu. “Abi, elbiselerini çıkar bana ver”,dedi. Abisi elbiselerini çıkarıp Cemile’ye verir vermez, elbiseyi giyen Cemile eline kazığı aldığı gibi evden ok gibi fırladı. 15-20 dakika sonra Cemile mağaraya varmıştı. Mağaranın girişi dardı ve uzun bir koridordan geçiyordu. Mağaranın geniş salonunda yukarından bir havalandırma deliği aşağıya doğru uzanıyordu. Cemile tam havalandırma deliğinin altına geldi. Burası 20-30 metre yüksekliğinde bir havalandırma bacasıydı. Göz gözü görmüyordu. El yordamı ile bir taş aradı. Taş ile kazığı yere çakacak ve biran önce bu uğursuz yerden çıkacaktı. Eli ile yerleri yoklarken bacadan “küüüüt” diye bir şey hemen önüne düştü. Düşen şeye elini uzattı. Dokundu… Damarlarındaki kan duruverdi sanki. Sıcak bir şeydi bu… Tamamen dokununca kopmuş bir kol olduğunu anladı. Korkudan az daha kalbi duracaktı Cemile’nin… Birkaç saniye sonra bir parça daha düştü… Bu da diğer kol idi. Bacaklar, beden parça parça düştü önüne… Kımıldayamıyordu. Nefesi kesilmişti. Zar zor bir taş buldu. Ceset parçalarını kenara itti ve kazığı oraya çakıverdi. Eve nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Sanki uçmuştu. Abisi heyecanla onun gelişini bekliyordu. Hemen söze başladı: “Ne oldu? Ne yaptın?” “Tamam abi. Kazığı istenilen yere çaktım. Al elbiselerini giy ve köy odasına git”. Kazım köy odasına gidip kazığı çaktığını söyledi. Sıra Yusuf’a gelmişti. O çıkıp gitti ve bir süre sonra mağaranın bacasının altına çakılan kazığı alıp geldi. Gençlerin ikisi de iddiayı kazanmışlardı. Ertesi gün cesur, iki delikanlı birbirinin kız kardeşi ile evleneceklerdi. Herkes evlerine çekildi. Vakit çoktan gece yarısını geçmişti. Köylüler sabah bir başka uyandılar. Ama köylüleri bir sürpriz bekliyordu. Cemile’nin ve Yusuf’un saçları bembeyaz olmuştu bir gecede… Saçları 70 yaşındaymışlar gibi ağarmıştı. Köylüler işin iç yüzünü öğrendiler. Kazım’ın yerine kız kardeşi Cemile’nin mağaraya gittiği ortaya çıktı. Ayrıca mağaradaki ceset olayı da çözüldü. Komşu köyde bir kız namus davasına öldürülmüş ve cesedi gece yarısı mağaraya atılmıştı. İşte Cemile ve Yusuf’un cesetlere dokunurken hissettikleri korku duygusu onların saçlarının ağarmasına yol açmıştı. Bu iki cesur genç evlendirildi. İnsanların saçları bir gecede bile ağarabiliyor gerçekten. Amerikan başkanlarından birisinin hanımının da saçı bir gecede ağarmıştı. Çocuğunu kaybettiği gün üzüntüden saçları ağarmış. Aşırı sıkıntı ve stres saçların beyazlamasına ve dökülmesine yol açabiliyor.
Ağız ishali
Geveze pireler kendi aralarında konuşuyorlar.
- Kardeşim, televizyon kanallarında ishalden geçilmiyor.
- Ne oldu ya?
- Televizyonlar ishal mi olmuş.
- Tabi ya hepsi ishal olmuş.
- Televizyonlardan şey akıyor.
- Oğlum, kafayı mı yedin televizyon ishal olur mu?
-Olur tabi, neden olmasın?
- Eee abi televizyon nasıl ishal oluyormuş, cehaletimi mazur gör. Hele bir anlatıver de bilgi sahibi olalım.
- Sözüm o ki metal yığını televizyon ishal olmaz, olmasına da, ishal olan, televizyonlarda saatlerce konuşanlar.
- Mideleri mi bozulmuş abi?
- Dinle dingil!. Bizim her şeyi bilen atalarımız; “Sürekli ve yerli-yersiz, gerekli-gereksiz konuşan patavatsız insanlar için ‘ağız ishali’ olmuş, derlerdi.” Televizyon kanallarımızda o kadar çok ve boş konuşan var ki, bu sözü hatırlattı bana.
Bazı insanlarla karşılaştığınıza bin pişman olursunuz. Hatta bazılarını gördüğünüzde yolunuzu değiştirirsiniz. Sizi bir yakalayıversinler, yeter. Ellerinden zor kurtulursunuz. Ağız ishali, çok konuşan bu kişiler için kullanılır. Aman dikkat! Bizden çok konuştuğumuz için kaçıyorlarsa bu hastalık bize de bulaşmış olabilir. Hemen psikolojik terapi desteği almaya lütfen…
Ahlaksız herif
- Ahlaksızın teki, tanımıyor musun onu?
- Benim kalbim temiz anacım. O ne fitne, fesat ahlaksızdır.
- Adamın ahlaki değerleri yozlaşmış, kalmamış, onun için her şeyi yapıyor. Bütün bu cümleler tanıdık geldi, değil mi? Peki ahlak nedir? İnsanlara “ahlaksız” etiketini yapıştırmak bu kadar kolay mı? Bizim toplumumuzda kolayca etiketleme yapıyoruz maalesef. Ahlak konusunda Ahmet Altan’ın ‘Ahlak’ tanımı çok hoşuma gider. Der ki Altan:
“Ahlaksız; benim ahlakıma uymayan değildir. Ahlaksız, kendi ahlaki kriterlerine, kurallarına uymayandır”. Çünkü her toplumun ahlaki kriterleri farklıdır. Bizim ülkemizde iki erkeğin kol kola, el ele dolaşması samimiyetin, dostluğun ifadesi iken, aynı davranış batıda eşcinselliğin ifadesidir. Siz küçük bir çocuğu, başını okşayarak severseniz bu ülkede sevginizi göstermiş oluyorsunuz. Ama aynı davranış Amerika’da cinsel taciz olarak değerlendiriliyor. Birisine “ahlaksız” derken iki kere düşünmemiz gerekiyormuş demek ki.
Ama ben babamı çok özlüyorum
Benim psikolog olduğumu öğrenen Yeşim Hanım ilginç bir anısını anlattı. Ben çocuk kitapları yazıyorum. Eşim sanatçılara menajerlik yapıyordu. Kızım o zamanlar daha çok küçük idi. Sanırım 3 yaşlarındaydı. Eşim işi gereği sabaha doğru eve gelirdi. Bazı günler eve gelemez ve büroda sabahlardı. Bir gece kızımın ateşi çıktı. Bir türlü düşüremedik. Acile kaldırdım. Eşime telefon açtım. O apar topar hastaneye geldi. Eşim geldikten sonra kızımın ateşi düşüverdi. O günden sonra her gece yarısı saat 12.00 gibi kızımın ateşi yükseliyordu. Tahliller yapılıyor, ilaçlar veriliyor ama 2-3 saat ateşi hiç düşmüyordu. Aile dostumuz, ve İstanbul’un meşhur çocuk doktoru olan hekimimiz hiçbir olumsuz bulguya rastlayamadığını söylüyordu. Bir ay boyunca sürekli hastaneye taşındık. Babası bütün işini gücünü bırakıyor ve kızımın başına geliyordu. Doktorumuz çocuklarla çok iyi anlaşan biriydi. Yanında özel olarak getirdiği çikolataları bulunurdu. Bir gün kızıma o güzel çikolatalardan yine verdi.
- Söyler misin aşkım, dedi, senin ateşin neden yükseliyor? Kızım peltek peltek konuşarak:
- Ama doktoycum, ben babamı çok özlüyoyum. Doktorumuz:
- Ya hu ben bunu neden günler önce sormamışım? Kızın ateşinin yükselmesinin sebebi tabi ki babasını özlemesiymiş. Sebebini en iyi kendisi bilir. Babasını görmek için ateşini yükseltiyor. Sonra eşim, kızıma daha çok zaman ayırdı ve bu sorunda bitiverdi.
Psikolog olarak buna benzer çok olaylara şahit oldum. Kan şekerini düşürüp yükselten insanlar gördüm. İnsan iç organlarına da hükmedebilir. Yeter ki yönetmeyi öğrensin.
Amir-Memur
İlköğretimde çalışan bir öğretmen arkadaşım yanıma gelmişti. Çok hoş, çok güzel projeleri vardı. Arkadaş:
- Müdür’e götürdüğüm hiç bir projem kabul edilmiyor. Bütün arkadaşlar çok beğeniyorlar ama sayın müdürüm beğenmiyor tek. Çıldıracağım… Hatta sayın müdürüm beni ezmeye çalışıyor. Hocam, siz söyleyin ne yapayım? Bende ona:
- Hiç bir amir memurunun kendisinden daha akıllı, daha zeki, daha başarılı olmasını istemez. Çünkü kaldıramaz. Çünkü kıskanır, dedim.
Benzer durumları eğitim seviyeleri farklı, evli çiftler arasında da görüyoruz. Genellikle bayanın eğitim durumu erkekten üstünse o evlilik sağlıklı yürümüyor. Çoğu boşanma ile gerçekleşiyor. Bizim toplumumuz erkek egemen bir toplum. Genelde evin reisi erkek... Bayanın eğitimi erkekten üstünse bayan daha aktif bir rol oynuyor. Erkeği yönetmeye çalışıyor. Daha mantıklı çözümler öneriyor. Ama erkek egosu bunu kabul etmiyor. Erkek egemenliğini kaybetmemek için bayana baskı yapmaya başlıyor. Gücünü göstermek istiyor. Bir süre sonrada çatışmalar başlıyor. Ve en sonunda mahkemede evlilik son buluyor. Sevgili bayanlar, eğer bir Türk erkeği ile evlenecekseniz; erkeğin eğitimi ya sizinle aynı olsun ya da sizden yüksek olsun. Üniversite ya da lise mezunu bir erkek, üniversite, lise ve ilköğretim mezunu bir bayanla geçinebiliyor. Ama üniversite mezunu bir bayan, lise ya da ilköğretim mezunu bir erkekle anlaşamıyor. Meslek hayatımda buna benzer çok örnekle karşılaştım. Bayan lise mezunu erkek ilköğretim… Kanlı bıçaklılar… Eğitim seviyesi düşük olan erkek, amir memur ilişkisinde olduğu gibi “eşinin kendinden daha akıllı, daha zeki, daha başarılı” olmasını kaldıramıyor. Gençler en çok güvendiğiniz aşk birkaç ay içinde bitiveriyor. Evlenirken denkliğe dikkat lütfen… Davul dengi dengine çalıyor gerçek hayatta her zaman. Size mutluluklar diliyorum.
Aptal aşık sendromu
Siz hiç aptal aşık sendromu yaşadınız mı? Aptal aşık sendromu ne mi? Anlatayım efendim. Eskiden sosyal hayat bu kadar rahat değildi. Genç sevgililerin buluşabileceği internet kafeler ya da pastaneler, kafeler yoktu. Ne yapsın gariplerim, mecburen parklarda, banklarda otururlardı. Genelde erkek kıza yakın oturmak için iyice sokulur ve saatlerce kımıldamadan aynı pozisyonda otururdu. Kolu bankın üzerinde ve üzerine abanmış bir şekilde saatlerce beklerdi. Bir süre sonra koluna yeterli miktarda kan gitmez ve kol uyuşmaya başlardı. Kalktıklarında ise kol tamamen uyuşur ve birkaç gün delikanlı kolunu kımıldatamazdı. Hemen hastaneye koşardı delikanlı ve ailesi. Çocuğun koluna bir şey mi olmuş diye. İşte hekimler bu duruma “aptal aşık sendorumu” derlerdi. Gençler siz siz olun aman kolunuzun üzerine saatlerce abanmayın. Valla söylemesi benden…
Asansörde yolculuk
Asansöre bindiniz. İçerisi tanımadığınız insanlarla dolu… Bu durumda ne yaparız? Kimimiz tavana bakarız. Kimimiz aynaya bakarız. Kimimiz elbisemizin düğmesiyle oynarız. Herkes gergin ve rahatsızdır. Herkes biran önce inmek ister. Kimse bir başkasına bakıp tebessüm etmez. Bunun sebebini hiç düşündünüz mü? Sebebi psikolojik efendim. İnsanlarda mahrem alan diye bir alan var. Bedeninizin etrafında 50 cm yarıçapında bir daire olduğunu hayal edin. İşte bu daire mahrem alan… Yani göbeğinizin üzerine 50 cm’lik bir cetvel koydunuz ve şöyle 365 derece döndünüz. Bir daire meydana geliyor ya işte bu daire mahrem alanımız… Mahrem alanımıza annemiz, babamız, kardeşlerimiz, akrabalarımız ve sevdiğimiz insanlar girebiliyor. Bunlara izin veriyoruz. İşte asansörde yabancı insanlar bizim mahrem alanımızı mecburen işgal ettikleri için bilinçaltımız anında tepki gösteriyor. Sıkılıyoruz, daralıyoruz. Bilinçaltı mahrem alanımızı koruyor. Yabancı insanlar mahrem alanımıza girerken nasıl sıkılıyorsak sevdiğimiz insanlar mahrem alanımıza girdiklerinde mutlu oluyoruz. Yine 50 cm ile 120 cm’lik alan ise iletişim alanı diyoruz. Bir insanla konuşurken onun bize uzaklığı 50 cm ile 120 cm arasında olmalı… 120 cm’nin üzerindeki uzaklığa ise sosyal alan deniyor.
Ask ile depresyon arasındaki fark
Psikoloji biliminde, bazı psikologlar depresyonla aşk yada obsesif-kompülsif bozukluk (okb) ile aşk arasındaki benzer noktaları bulmaya çalışıyorlar.
Depresyon ile aşk arasındaki benzer davranışlar nelermiş?
1- Depresyondaki kişi bir şeyi kara kara düşünür. Aynı şey aşk yaşayan kişi içinde geçerlidir.
2- Depresyon hastaları tek bir nesne veya tek bir kişi üzerine odaklanabiliyor. Aşık olan kişi de saatlerce sevdiğini düşünüyor.
3-Depresyon hastaları saplantılarının mantık dışı olduğunu bilmekle birlikte, bu saplantıdan kurtulamadıklarını itiraf ediyorlar. Aşkın gözü kördür, deriz. Aşık kişilerde mantıksal düşünme yetilerini belli bir süreliğine kaybediyorlar.
4- Depresyondaki kişilerin günlük yaşantılarındaki hareketleri yavaşlar ve azalır. Aşıklar da aynı şekilde ağır çekim yaşamaya başlarlar.
5- Depresyon hastaları genelde yemeden, içmeden kesilirler. Aşıklar da aynı dertten muzdariptirler.
6- Depresyondakiler damardan şarkılar dinlerler. Aşıklar da aynı tarz müzikten hoşlanırlar.
7- Depresif vakaların iş verimi azalır. Aşıklar da çalışamazlar, okul başarıları,iş verimleri anında düşer.
Bu belirtileri çoğaltabiliriz. Depresyonla aşk arasındaki tek fark şuymuş. Aşık olan kişinin beyni mutluluk hormonunu (seratonin) çokça salgılarken depresyondaki kişinin beyni bu hormonu daha az salgılıyormuş. Aradaki fark sadece seratonin hormonu. Aşık bir arkadaşınıza depresyondaymış gibi davranabilirsiniz yani.
Askerlikte zaman algısı
Her insanın zor zamanları olur. Zor zamanlarda kişinin zaman algısı değişiyor. Zor anları sanki hiç bitmeyecekmiş gibi algılıyorsunuz. Neşeli ve mutlu anlar çabuk geçerken kötü zamanlar zor geçiyor.1997 yılında askere gittim. Nizamiyeden girişte 4-5 saat bekledik. Akşam oldu. Bizi alıp bir depoya götürdüler. Elbise verdiler. Ama verilen elbiseler bedenimize göre değildi. Bana büyük boy vermişler, arkadaşa küçük boy… Zar zor giydik. Kepleri taktık. O anda şöyle bir algı gelişti bende: Doğduğumdan beri askerdim ve ölünceye kadarda asker olarak kalacağım. Zaman kavramını yitirdim. Sanki sivil hayatta hiç yaşamamışım gibi geldi. Çevremdeki benim konumumdaki arkadaşlara da sordum. Onlarında durumu aynıydı. Özgürlük kavramını yitirince kendinizi rüzgarın önündeki bir yaprak gibi hissediyorsunuz. Kendi iradenizi başkalarına teslim ediyorsunuz. Yat… yat… kalk… kalk… Ne komut verilirse yerine getiren bir robot gibisiniz yani. Hastalığa yakalanan biri de kendini aynı durumda hissedebiliyor. Ya da iflas eden biri sanıyor ki bu durum hiç değişmeyecek…
Aspava
Üniversiteyi Ankara’da okudum. Aspava denilen bir lokanta vardı. Paramız olduğunda gider orada kendimize ziyafet çekerdik ayda, yılda bir. Aspava’nın anlamını merak etmiştim. Bu ismin “Allah Sıhhat, Para, Afiyet Versin, Amin” kelimelerinin baş harfleri olduğunu söylemişlerdi. Aslında Allah bize her şeyi veriyor da biz kıymetini bilmiyoruz. Örneğin sağlık… Bütün hastalıklar zihinde başlar, bedende yansımalarını bulur. Sadece yansımalarını yok etmeye çalışarak sağlıklı olamazsın. Beden hastalıklı, olumsuz düşüncelerin aynası… “Buna psikosomatik” deniyor bizim literatürde. Yani hastalıkların psikolojik sebebi… Kanser hastalıklarının çok büyük bir kısmı psikolojik kökenlidir. Kanser hastaları kendileriyle barışık değildirler. Kendi kendilerini sevip onaylamazlar. Hatta çoğu hasta kendi kendinden nefret eder. Vücut ise bu talimatları yerine getiriyor. Kanser vücuttaki hücrelerin, kendi kendini imha etmesi değil mi? “Kendimi sevmiyorum, kendimden nefret ediyorum”, dediğinizde bilinçaltınıza gönderdiğiniz mesaj şudur; “bu değersiz varlığı yok et”. Kanser hastaları, bu olumsuz düşüncelerini değiştirdiklerinde çok çabuk şifaya ulaşabiliyorlar. Aşırı endişeyle yaşayan birinin böbrek ve karaciğeri sürekli blokaj altındadır. Ve bir süre sonra nur topu gibi bir şeker hastalığı ortaya çıkar
Aşk diye bir şey yok mu?
Aşk acısını yaşayanlar aşkı inkar etme yoluna gidebilirler. Aşk duyguların yoğun yaşandığı bir süreçtir. Aşk beyni değiştirir. Oksitosin ve serotonin ilgi aşamasında açığa çıkan phenethylamine (PEA) ve dopamine kadar beyne heyecan verici değildir, ama daha uzun etkileri vardır ve bizi aşık tutanın kimyasının bir parçasıdır. Bir süre sonra cazibe kimyasalları böyle yüksek seviyelerde tutulamaz. Yeni aşkınızın asimetrilerini fark etmeye başlarsınız ve yoğun mutluluk duygusu ve takıntı kaybolmaya başlar. Sevdiğiniz insanın hatalarını görmeye başlarsınız. Çatışmalar başlar. Bu kimyasallardan kurtulmaya başladığınızda kendinizi dengesiz hissedersiniz. Hatta özlemi daha yüksek yaşarsınız. Düşük keyif kimyasallarıyla ya bağlı olmaya başlayarak, ya da yeni bir yükseliş için başka yerde yeni birini ararsınız. Eşler arasındaki bu bağlanma sağlıklı olursa aşk bitse de kaliteli bir beraberlik yaşanmaya başlanır. En uzun aşkın en fazla iki yıl sürdüğünü ifade ediyor bilim adamları.
Aşkın aşamaları
Aşkın binlerce tanımı yapılır. Bende bu yazıda size aşkın aşamalarından bahsedeceğim. Aşk üç aşamadan oluşuyor. Bu nörologların tespiti...
Birinci aşama; büyülenme aşaması… İlk vurulduğunuz an… Ayaklarınız yerden kesiliyor, başınız dönüyor. “Tamam, bu işte” dediğiniz vakit...
İkinci aşama; adrenalin aşaması… Karşıt cinsi gördüğünüz zaman kalbiniz yerinden fırlayacakmış gibi oluyor. Onu görünce heyecanlanıyorsunuz. Hep onu düşünüyorsunuz. Hayalinizde hep o var.
Üçüncü aşama ise oksitosin aşamasıdır. Bu aşamada dokunmak, fiziksel temas, cinsellik gerçekleşir. Yakın temasın olduğu zamandır. Bu aşamadan sonra aşk yavaş yavaş sönmeye başlar. Ve bir süre sonrada biter. Sizde şaşıp kalırsınız. İşte cicim aylarının bitmesinin sebebi budur. Kızlar siz siz olun sakın üçüncü aşamaya geçmeyin. Süründürün şu erkekleri...
Aşka bağlanmak
Neden aşık oluyoruz? Yada neden bir başkasına bağlanıyoruz? Beyinde üretilen önemli bir hormon olan oksitosin bağlanma ve söz verme ile alakalıymış. İşte aşık olduğumuzda, empatik davrandığımızda beynin duygusal merkezleri daha fazla oksitosin salgılıyormuş.
Doğal olarak kadınlarda bir anne bebeğini emzirdiğinde üretilen ve yeni doğan ile anne arasında cinsel olmayan bir sözleşmeyi oluşturan bu kimyasal yüksek seviyede varmış. Genellikle erkeklerde düşük… Evliliği canlı tutan duygusal anlamda bağlanma hissetmelerini kolaylaştıran oksitosin seviyesini beş kez yükseltmesine sebep oluyormuş. Babalar çocuklarını yetiştirmeye yardım etmek için daha fazlasıyla, yapışıp kalıyorlarmış. Oksitosin sadece el sıkışırken ya da sevişirken dokunmayla uyarılabiliyormuş. Şimdi yabancı insanlarla tokalaşmasak mı ne? Yabancı insanlarla tokalaşmasanız da kendi çocuklarınıza dokunun. Bağlılığınız artsın efendim.
Aşk-nefret
Hayatta belki de birbirine bu kadar yakın ve zıt olan başka duygular yoktur. Aşk ve nefret, iç içedir. Bir insanı çok ama çok seversiniz. Belki de hayatınızı uğruna verecek kadar seversiniz. Aşıksınızdır. Gözünüz ondan başka hiçbir şeyi görmüyordur. Tam bu sırada onun sizi aldattığını, kandırdığını anlarsınız. Dünyalar başınıza yıkılır. Bu anda büyü bozulur. Uğruna ölmeyi düşündüğünüz bu insanın canını almak istersiniz. Çünkü aşkınız anında nefrete dönüşmüştür. Beş saat önce sevdiğiniz birinden nefret etmeniz ne kadar trajik ve komik değil mi? Bu iki duygu anında yer değiştirebiliyor.
Aynı anda 5 vakit
Aynı anda farklı vakitleri yaşamak çok ilginç gelir bana. Bir gün ezan okunuyordu. Dikkatimi çekti bu durum. Burada öğle vakti… Ama dünyanın başka bir yerinde sabah… Aynı anda öğle ile sabah, yatsı ile akşam ya da ikindi yaşanıyor. Aynı anda 5 vakit… Zaman ne kadar ilginç bir kavram… Aynı dakikada, aynı salisede yüzlerce vakti yaşıyoruz. Hayatımız bu vakitleri yaşamakla geçiyor. Tasavvuf ehli zamanı aynı anda hem var olma hem de yok olma şeklinde açıklıyorlar. Yaratıcının her şeyi var etmesi ve yok etmesi… Yani bir helikopterin pervanesi gibi… Kanatlardan ve boşluktan oluşuyor. Ama o kadar hızlı dönüyor ki, pervane bir bütünmüş gibi algılanıyor. Var olma ve yok olma peş peşe geldiği için devamlıymış gibi algılanıyor. Bir sabah vakti burada yok olurken başka bir yerde var oluyor.
Ayşe’nin anası
Yaşlı insanlar çocukluklarını sil baştan yaşıyorlarmış gibi ilgi ve alaka beklerler. İsterler ki çocukları, torunları hep kendileri ile ilgilensin. Bu ilgi ve alakayı göremeyince onlara sitem ederler. Oğlanın annesi genellikle oğlunun kayınvalidesiyle ilgilendiğini ama kendisine bakmadığını iddia eder. Kıskançlığın bir başka şeklide budur. “Oğlumun kaynanası var annesini ne edecek”, gibi sözler söyler. Bu tür annelerin çok hoşuna giden bir mesel…
Bir vatandaşımızın annesi ve kayınvalidesi yaşlıymış. Bir gün ikisini de yanına alarak bahçeye hava almaya çıkarmış. Bu yaşlı iki kadının birisini boynuna bindirmiş. Diğerinin ise elinden çekiyormuş, sürüklüyormuş. Görenler sormuşlar adama: “Şu boynunda taşıdığın nene kim? Adam: “Ayşe’nin anası”, demiş. “Pek, elinden tutup çekiştirdiğin bu teyze kim?”
“O mu? O da başımın belası”, demiş.
Babasının oğlu
2010 yılıydı. Bir akşam Avrupa yakasından Anadolu yakasına, Üsküdar’a geçtim. Hava soğuk… Kış gecesi… Kabanıma sarılmış bir şekilde, gelen Kadıköy otobüsüne bindim. Koltuklar boş… Bir koltuğa oturdum ve dışarıyı seyretmeye başladım. Bir mezarlığın yanından geçiyoruz. Gözüm mezar taşlarına ilişti. “Eczacı Fehmi Beyin Oğlu Turan Dalkılıç” yazısını görünce yüreğim cız etti. Mevtayı tanımam, bilmem. Ben neye üzüldüm biliyor musunuz? Zavallı bu dünyada hiçbir iz bırakamamış. Mezarda bile babasının unvanından faydalanıyordu. Hatırladığım kadarı ile 50 yaşlarında ölmüş. “Kendi izini bırakamamak, baban dahi olsa başkasının izinden yürümek, acı olsa gerek… Babasından geride kalan evlada yazıklar olsun. Evlat babasını geçmeli”, diye düşündüm. Mezarda yatıyorsun ama senin adın yok. Mezarda ile babanın gölgesine sığınıyorsun.
Bataklık kurutulur mu?
Yavuz Sultan Selim’in Komutanlarından Canbolat Paşa Kilis’te bir cami yaptırmak ister. Cami için bir yer beğenir ama burası bataklıktır. Bataklığın kurutulması imkansız gibidir. Hocasına sorar.
- Hocam, bu bataklığı nasıl kuruturum?
- Bu bataklığı ancak insanların para hırsı kurutur, der, hocası. Canbolat Paşa bütün itirazlara rağmen buraya caminin yapılacağını söyler. Ama hiç kimse bataklığın kurutulacağını ummamaktadır. Bir gün Canbolat Paşa bir çuval altın getirir. Halkı çağırır. Adamlarına altınları bataklığa saçmalarını söyler. Bir çuval altın bataklığa serpilir. Halka altınları alabilecekleri söylenir. Kovasını alan bataklığa koşar. Birkaç gün içinde bataklığı temizlerler. Canbolat Paşa caminin temellerini atar ve cami yapılır. Belki aylarca sürecek olan bu iş birkaç gün içinde böylelikle yapılmış olur.
Batılı tasvir beyinleri bulandırır
Anlattığımız, konuştuğumuz her şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Güzel bir bilgenin güzel bir sözü var. Bilge der ki: “Batılı tasvir etmek safi beyinleri bulandırır”. Yani kötü şeyleri anlatmak, tarif etmek, saf, temiz beyinleri bulandırır. Kötü şeylerin ballandıra ballandıra anlatılması o fiilin daha çok yapılmasına yol açar. Yıllar önceydi. Uğur Dündar TRT’de program yapıyordu. Bir gün Uğur Dündar İstanbul’da köprü altında yaşayan ve tiner koklayan çocukları ekrana taşıdı. Şimdi ki bakış açımla bakıyorum da tam bir cinayet imiş o haber programı… Çünkü o zamana kadar İstanbul’da tiner koklayan birkaç çocuk vardı. O olayın duyulmasından sonra Anadolu’daki madde kullanmaya meyilli binlerce çocuk, genç bu tineri kullanmayı denedi ve tiner kullanan çocukların sayısında patlama oldu. Şimdi Uğur Dündar’ın yaptığı haberin olumlu bir şey olduğunu söyleyebilir miyiz? Cafcaflı alkol ve sigara reklamları da saf beyinleri bulandırmaktan başka bir işe yaramıyor.
Bayanlara adres sormayın
Yolunuzu yitirdiğinizde, kaybolduğunuzda yapmanız gereken en güzel şey bilen insanlara sormaktır. Şehirde kaybolmak diye bir şey yoktur. Çünkü yolunuzu kaybettiğinizde birilerine sorarsınız. Ama bir çölde, ormanda, dağda kaybolabilirsiniz? Adres sorarken sakın bir bayana sormayın! Çünkü bayanların yön bulma yetenekleri zayıftır. Yön konusunda erkekler daha yetenekli… Bu bayan ve erkeklerin doğasında var. Bayanlar detaycıdırlar. Genelde evli beylere giyim kuşamda eşlerine tabi olmalarını tavsiye ederim. Bayanların zevkine güvenmek lazım… Ama adres konusunda bayanlardan uzak durmak gerekiyor. Sizi tam ters yöne gönderebilirler.
Bebeğinizi sallamayın
Anne ve babalar uyumakta zorlanan bebeklerini hemen sallayarak uyuturlar. Geleneklerimizde var olduğu için sallamayı önemseriz. Beşiklerimiz vardır. Yada bebeği ayağımızda sallarız. Sallana sallana dengemizi kaybettik efendim. Bebek sallanınca pineal bezi melatonin hormonu salgılıyormuş. Melatonin hormonu uyku veren bir hormon… Otobüse, dolmuşa bindiğimizde sallanıyoruz ve hemen uykumuz geliyor. Çünkü bebekliğimizde sallanmaya alışmışız. Bir konsere gidiyoruz ve orada kavak ağacı gibi sallanıyoruz. Çıkışta kafaları çekip cinayet işliyoruz. Velhasılı kelam sallanmaktan dengemizi kaybettik. Düzenli düşünemiyor ve yaşayamıyoruz. Sevgili anneler babalar bebeğinizi sallamayın. Ayrıca sallanan bebeklerde; beyin zarlarının yırtılması, beyinle kafatası kemikleri arasında veya beynin en son zarı arasındaki askı toplardamarları denilen bölümlerin yırtılması sonucunda kanamalar oluşabiliyormuş.
Ben bunu daha önce de görmüştüm
1989 yılında üniversiteye yeni kayıt yaptırmıştım. Okulun ilk günleri… Erzurumlu Mehmet diye bir arkadaşım vardı. Yurtta oda arkadaşım… Akşam odaya geldiğinde hayretler içindeydi… Başından geçenleri anlatmaya başladı.
- Bu gün özel bir hastaneye, ağabeyimin doktor arkadaşını ziyarete gittim. Daha büroya adımımı atar atmaz şaşkına döndüm. Yahu sanki ben buraya daha önce gelmiş gibiydim. Her şey tanıdık… Masa, koltuk, resim çerçevesi… Her şeyi ikinci defa görmüşüm gibi geldi. Ama kendi hayatımı yokluyorum, ben Ankara’ya hayatımda ilk defa geldim. Ağabeyimin doktor arkadaşı ile ilk defa karşılaşıyorum ama ben burasını daha önce gördüm. Çok tanıdık. Sabahtan beri bunun şokunu yaşıyorum.
Buna benzer olayları hepimiz yaşarız. Birisi ile ilk defa karşılaşırsınız ama bu insanı daha önce gördüğünüzden kesin eminsinizdir. Ona sorarsınız o kişi ilk defa memleketinden çıkmıştır. Sizinle karşılaşması imkansızdır. Sabah evden çıkarsınız. Belediye otobüsü önünüzden geçer. Yan tarafta bir kedi… Bisikletli bir çocuk duruyor. Anında kafanızda şimşekler çakar. “Ben bu sahneyi daha önce yaşamıştım ama ne zaman”, diye düşünürsünüz. Buna benzer olayları yaşamayan yok gibidir. Peki bu tür olayları yaşamamızın sebebi nedir acaba?
Yaşadığımız bu olaylar rüya değil… Rüyayı görüyoruz ve sabah uyanınca hatırlıyoruz. Bir zaman sonra rüya gerçekleşebiliyor.
Bazıları bunu reenkarnasyon ile açıklıyorlar ama doğru değil… Çünkü bundan on bin yıl önce bu teknolojik araç ve gereçler yoktu. Bunu bilimsel olarak kesin biliyoruz. Hem bu tür görüntüler kesik kesik, kare kare geliyor insanın gözünün önüne. Bu konu ile ilgili epey kafa yordum, araştırma yaptım ama kesin, bilimsel bir sonuca varamadım. İki farklı açıklamasını buldum. Bunlardan biricisi dini açıklama: Zamanın dışında, geçmiş, gelecek ve bu anın olmadığı durumda… Yani farklı bir boyutta… Elest bezminde… Yani ruhlar aleminde… Allah bu dünyaya gelecek ruhlara, bu dünyada yaşayacakları hayatı, bir sinema gibi seyrettiriyor. İşte siz bu dünyaya gelince aynı olayları ikinci defa görüyorsunuz ve ruhlar aleminde seyrettiğiniz hayatınızdan kareler gözünüzün önüne geliyor. Mevlana da bu açıklamayı yapıyor. Birde psikolojik açıklaması var. Beyin dışarıdan ses, ısı, ışık gibi verileri duyu organları vasıtası ile alıyor. Bu veriler bir taraftan girip, işlenip öbür taraftan çıkıyorlar. Şimdi bir odacık verilerin girdiği, başka bir odacık verilerin işlendiği, en son odacık ise verilerin çıktığı oda olsun. Bazen veriler yanlış odacıklara gönderiliyor. Mesela ilk giriş odasına değil de veri yanlışlıkla çıkış odasına gönderiliyor. Biz de çıkış odasına gelen bu veriyi sanki daha önce yaşamışız gibi algılıyoruz. Yani algı işlemi ters taraftan başlarsa biz yaşamışız gibi algılıyoruz. Şimdilik bu konuda bu iki açıklamanın dışında başka bir açıklama yok. Varsa da ben bilmiyorum.
Benim ölümüm senin elinden olacaksa
1990 yıllarda tanıdığım bir müdür ağabeyin, avukat kardeşi vardı. Avukat bey çok inançlı biriydi. Kader algısı çok farklıydı. O zamanın Ankara’sında mafya vari bir iş adamının ödemediği çek ve senetleri tahsil etmesi için bu avukat beye vermişler. Avukat bey çek ve senetleri alıp bu iş adamının yanına gidiyor. İşadamı:
- Hayırdır, benim yanıma neden geldin?
- Beyefendi, ödemediğiniz çek ve senetleriniz varmış. Onlar tahsil etmek için geldim.
- Sen beni tanımıyorsun galiba? İstersem seni buradan sağ çıkarmam. Sen benden korkmuyor musun ya?
Avukat arkadaş bu mafya tipli işadamına şu cevabı veriyor:
- Beyefendi sizden korkmamı gerektirecek bir şey yok. Ben işimi yapıyorum. Eğer benim ölümüm senin elinden olacaksa bunu kimse engelleyemez. Ölümüm senin elinle olduktan sonra neden korkayım. Eğer benim ölümüm enin elinden olmayacaksa yine korkmama gerek yok. Ben kadere razı olan birisiyim.
İş adamı çıldırıyor.
- Yahu kardeşim sen uzaydan mı geldin? Sen nasıl insansın? Bu gün git, yarın gel, konuşalım seninle, diyor. Ertesi gün avukat yanına gittiğinde o çek ve senetlerin karşılığı paraları avukata veriyor. Ve:
- Ben hayatımda senin gibi insan görmedim. Senden ricam benimde avukatım olman. Bak bu halimle benimde tahsil edemediğim çek ve senetlerim var. Onları sana veriyorum. Benim adıma tahsil etmeni istiyorum, diyor.
Beyin boşluğu kaldırmaz
Beyin boşluğu kaldırmaz. Siz beyninizi boş bırakırsanız o boşluğu gereksiz şeylerle doldurur. Siz beyninizi sevgi ile doldurmazsanız o nefretle doldurur. Siz beyninizi bilgi ile doldurmazsanız o cehaletle doldurur. Çünkü kainatta hiçbir şey başı boş değil. Kainatta boşluğa yer yoktur ve siz bir boşluk bulamazsınız.
Beyin ve düşünmek
Bir günde insan beyni, farklı 80 bin düşünceyi kullanıyormuş. 80 bin farklı düşünce iyi bir rakam. Peki beyin farklı bu 80 bin düşünceyi düşünmekle yorulmuyor mu? Hayır, yorulmuyor. Beynimizin bir farklı özelliği daha var. Beyin çok şeyi düşünmekten yorulmaz. Beyin aynı şeyi sürekli düşünmekten yorulur. Aynı şeyi sürekli, kırık plak gibi dönüp, dolaşıp düşünmek beyni çok yoruyor. Depresif, panik atak ve obsesif (takıntılı) kişiler bir şeye kafayı takar ve günlerce, saatlerce onu düşünür. Beyin bir süre sonra iflas eder ve şarteli indirir. Yani sigorta atar. Kişi sağlıklı düşünemez hale gelir.
Beyni baskı altına almak
Sınıf öğretmeni olduktan 6 yıl sonra sınavlara girdim. İlköğretim müfettişliğini kazandım. Ama memleketten Ankara’ya, Hacettepe Üniversitesine giderken arkadaşlarım bana hep takıldılar. Bu yaştan sonra üniversite okuyamayacağımı, okulu bitiremeyeceğimi söylediler. Bunun hırsı ile okula gittim. Kendimi arkadaşlarıma ispatlayacaktım. Dersler başladı. Günde 4-5 saat ders çalışıyorum. Artık ders çalışmaktan gözlerim kızarıyor, başım zonkluyor, ağrıyor. Ama sınavlarım çok kötü… Bir gün ders hocam olan bir profesör beni odasına çağırdı. Hal hatır sordu. Tabi biz öğretmenlikten geldiğimiz için hoca bizi diğer öğrencilerden ayırıyordu. “Hocam”, diye hitap ediyordu. Çay içerken yaşadığım bu başarısızlığımı hocaya açtım.
“Hocam, dedim. Ben memleketten büyük bir azimle buraya geldim. Sabahtan akşama kadar ders çalışıyorum. Ama bütün bunlara rağmen derslerim çok zayıf… Bunun sebebini anlayamıyorum. Benim yarı yaşımda olan şu gençlere bakıyorum. Sabahtan akşama kadar sevgileri ile sarmaş dolaş geziyorlar. Eğleniyorlar. Vize ve final haftası ders çalışıyorlar. Hepsi benden daha yüksek not alıyor”. Profesör:
“Salih Bey, dedi. Beyin baskıyı kaldıramaz. Beyne baskı uygularsan beyin düşünmeyi bırakır. Sende gez, eğlen, dolaş, günün belli saatlerinde ders çalış. Ayrıca sen kendini arkadaşlarına ispatlamak zorunda değilsin”. Hocanın dediği gibi yaptım. Okulumu zamanında bitirdim ve müfettişliğe başladım.
Beyin baskıyı görünce düşünme yeteneğini durdurur. Düşünme ile özgürlük arasında yakın bir ilişki var… Dikkat edersek baskının olduğu hiç bir ülkede teknolojik kalkınma olmuyor. Arap ülkeleri, Afrika ülkeleri bunun en güzel örneği… Bütün teknolojik gelişmeler batıdan dünyaya yayılıyor. Çünkü düşüncenin en serbest olduğu ülkeler orası… Kişi kendini baskı altına aldığında beyin bir şey üretmiyor, duruyor. Ya da başkaları sizi baskı altına aldığında beyniniz üretmeyi durduruyor. Onun en önemli sorunu güvenlik oluyor. Söyleyeceği bir sözle kafasının gideceğini düşünen birisi ne üretebilir ki? Önce özgürlüğü sağlayacağız sonra beyinlerden düşünmesini isteyeceğiz.
Beynimiz biraz aptal mı ne?
Eskiden Yeşilçam filmlerini seyrederdik mecburen. Duygusal filmleri seyreden bayanlar ellerinde mendil hüngür hüngür ağlardı. Filmde Ferdi kahyanın oğlu, Necla ağanın kızı… Birbirlerini çok severler. Bu aşkı ağa duyar ve Ferdi’nin babası kahyaya hakaret eder. Baba Ferdi’ye kızar. Ferdi çiftliği terk eder. Şehirde şarkı söyler ve zengin olur. Yıllar sonra ağa iflas eder. Ferdi çiftliği alır, kıza yüz vermez. Uzar gider. Halbuki bu bir film… Neden ağlıyoruz? Ferdi Tayfur ile Necla Nazır evliler ve bir kızları var. Bunun bir film olduğunu, senaryosunu biliyoruz. Filmi çeviren sanatçıları tanıyoruz. Peki neden ağlıyoruz? Ya da bir korku filmini seyrediyoruz. Ve korkuyoruz. Yahu bu bir film, gerçek değil. İşte işin püf noktası burada… Beynimiz çok mükemmel bir yapıya sahip olmasına rağmen birde hantal yönü var. Beynimiz gerçeklerle hayalleri ayırt edemiyor. Hayalleri de gerçekmiş gibi algılıyor. Yani bir yere tatile gitmek istiyorsunuz ama imkanınız yok. Oturup güzelce bir hayal kurduğunuzda beyniniz gerçekten tatile gitmişsiniz gibi algılıyor. Bütün detayları, ayrıntıları hayal edin. Ve tatilin keyfini çıkarın. Beynimizin bu özelliğinden bir çok yerde faydalanabiliriz. Okulda semineriniz var ve siz çok heyecanlanıyorsunuz. Kapatın gözlerinizi, sınıfa gidin, hocanın ve arkadaşlarınızın karşısında hayalen konuyu anlatın. Bu çalışmayı ne kadar çok yaparsanız o kadar iyi. Gerçekten gidip anlattığınızda beyin onu ilk kabul etmiyor. Çok Sakin bir sunum yapabiliyorsunuz. İş görüşmesine gidecekseniz de aynı şekilde hayaller kurabilirsiniz. Madem ki beynimiz gerçeklerle hayalleri ayırt etmiyor, bize düşen bunu çıkarımıza kullanmak…
Bilinçaltı nasıl çalışır?
Hayatımız sınavlarla geçiyor. Sınava giren insanların başına gelmiştir. Mesela 15. sorunun cevabını bilemeyiz. İşaret koyduktan sonra diğer sorulara geçeriz. Taa 28. soruya geldiğimizde birden aklımıza 15. sorunun cevabı gelir. Biz o soruyu çoktan unutmuşuzdur ama cevap gelir. Çünkü bilincimiz sadece bir olaya odaklanırken bilinçaltı aynı anda 7 farklı olaya odaklanabiliyor. Yani bilgisayarın ekranında sadece bir işlemi yaparken ekranının gerisinde gizlediğimiz bir çok proğramın çalışması gibi… Şimdi bilinçaltımızın bu özelliğinden nasıl yararlanacağız? Bilinçaltımıza doğru soruları sorarak… Bilinçaltı sürekli çalışır. Siz oraya problem çözecek şekilde mesajlar gönderirseniz çözümünü size gönderir. Bir ara kendi bilinçaltıma “Farklı, yeni bir işi nasıl kurarım” gibi sorular gönderiyordum. 3-4 ay içerisinde gerçektende çok orijinal fikirlerle karşılaştım. Çünkü neye odaklanırsanız bilinçaltınız size onu sunuyor. Diyelim ki iflas ettiniz. Sürekli “neden ben, neden ben, ben bunu hak edecek ne yaptım Allah’ım” gibi soruları gönderirseniz bilinçaltınıza, o da buna uygun cevaplar bulur. “Sen kötü birisin. Geçen gelen dilenciyi kovmuştun. Sen lanetli birisin. Bunu hak ettin” gibi cevaplar verir ve acınız daha da artar. Halbuki “Ben yeniden, sıfırdan başlayarak, eski işimi nasıl ve ne kadar sürede kurabilirim” gibi bir soruyu bilinçaltınıza sorduğunuzda size çözümü en güzel şekilde gösterir. Bilinçaltımızı doğru sorularla yönlendirmek için sürekli ve inanarak aynı telkinleri vermeliyiz.
Bir bilmece
İstedikçe elde edemeyeceğin, peşinden koştukça senden kaçan şey… O kadar kolay bir formülü var ki… Verdikçe zaten gelen, amaç değil araç olduğu hatırlandıkça çoğalan… Sadece cebindekini saydıkça, milyonların da olsa, yoksulluk yaşayacağın şey… Uğruna gençliğini harcayacağın, yaşlılığında, hastalandığında kullanamayacağın meta… Hayatta seni ilk terk edecek nesne. Hiç dostu olmayan, hayat kadını gibi herkesin koynuna giren varlık… Uğruna binlerce insanın kanının akıtıldığı hain… Ama olmazsa da hayatın çekilemeyeceği, yaşamın zorlaşacağı araç… Bildiniz değil mi? Evet bu en önemli aşkımız p a r a… Afiyetle harcayın efendim. Ama sadece cüzdanınıza yerleştiriniz. Kalbinize yerleştirirseniz ömür boyu onun eşeği olmaya mahkum olursunuz.
Bunlar öküz
Sivas’ta üniversite okumuştu Mehmet bey… Yeni mezun bir öğretmen… İdealist… Yaşadığı bir olayı üzüntü içinde şöyle anlatmıştı.
“ Üniversite son sınıftaydık geçen yıl. Üniversite bizi okula staj için gönderiyordu. Bende matematik dersine, stajer olarak katılmak için Sivas’ın gecekondu semtinde bir okula gönderildim. Derse girecek hocamızla tanıştık. Zil çaldı ve beraber derse girdik. Sınıfta 40-50 öğrenci… Benizleri solmuş… Bakımsızlar… Hoca ders anlatmaya başlamadan önce benimle konuşmaya başladı.
- Hocam, sizi buraya göndermişler ama bence boşuna göndermişler. Bu çocuklar matematikten anlamazlar. Aptal bunlar, geri zekalılar… Öküz bunların hepsi… Daha iki kere ikinin dört ettiğini bilmezler. Çocukların gözünün içine baka baka hakaretler ediyordu. O anda başım döndü. Bayılacak gibi oldum. Sınıfta bir öğretmen durmuyordu. Bir katil duruyordu sanki. Çocuklarda hocanın hakaretlerine alışmış, bön bön bakıyorlardı. İçimden “bu adamda eğitimci olacak”, dedim. Bu çocukların geleceğini zehirleyen bir canavar vardı karşımda… O anda insanlığımdan utandım. “Bu kadar paraya bu iş yapılır mı?”, zihniyetinde bir korkuluktu bu kişi… Dersin bitmesini dört gözle bekledim.”
Sevgili anne-babalar yavrunuzu kime emanet ettiğinize dikkat ediniz lütfen. Sürekli eleştiren, tenkit eden, hakaret eden birinin eğitimci olması cinayettir. Geleceğinizi bu tür varlıklara teslim etmeyiniz.
Cinsel sapmalar
Anne ve babaların dikkat etmesi gereken bir husustan bahsedeyim. Çocukların doğuştan getirdikleri bir biyolojik cinsel kimlikleri vardır. Oğlan ya da kız… Bir de psikolojik cinsiyetleri vardır. Kendini erkek gibi ya da kadın gibi hissetme durumu… Psikolojik cinsel kimlik zaman içinde oluşur. Eğitimle çocuklara verilir. Erkek çocuğunu erkek cinsel kimliği ile yetiştirirken kız çocuğunu da kadın cinsel rolü ile yetiştiririz. Erkek çocuğun oyuncakları erkeksidir. Kız çocukların oyuncakları ise kadınsı… Bu psikolojik cinsel roller öğretilirken çok dikkat etmek gerekir. Eğer kız çocuğunu erkek gibi, erkek çocuğunu da kız gibi yetiştirirseniz ilerde çocuklarda eşcinsellik eğilimleri artar. Bazı aileler bu yanlışı yapıyorlar ve çocuğun hayatını karartıyorlar. Çocuğa söylenen her söz önemlidir. Toplumda “Erkek Ayşe” olarak bilinen insanların çoğu ileri yaşlarında cinsel karmaşa yaşıyor. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymalı… Ya da “Kız Selim” dediğiniz birinden ilerde erkeksi tavırlar beklemeyin. Kıza kız gibi erkeğe erkek gibi davranırsak en güzelini yapmış oluruz. Biyolojik ve psikolojik cinsel kimlikler çarpışmaz o zaman.
Cinsel uyarıcılar ve dikkat
Geçen aylarda “National geographic” kanalında bir program seyrettim. Programda erkeklerin dikkatini ölçüyorlar. Öncelikle gönüllü erkek deneklere şöyle bir çalışma yaptırıyorlar. Kavisler çizen, eğri büğrü bir metal çubuk var. Elektronik… Deneklere küçük bir halka veriliyor ve bu çubuğun bir ucundan öbür ucuna kadar halkayı değdirmeden götürmeleri isteniyor. Deneklerin hepsi halkayı metal çubuğa dokundurmadan öbür uca götürüyorlar. Halka çubuğa değdiğinde “bıp” diye ses çıkarıyor. Bu işlemler bittikten sonra erkek deneklerin yanına dekolte giyimli çok hoş bir bayan giriyor ve erkekle sohbet ediyor. Aslında bayan oradaki bir asistan… Aynı halkayı yeniden çubuğun bir ucundan öbür ucuna geçirmesini istiyor ve dışarı çıkıyor. Erkek denek bu sefer sürekli halkayı çubuğa dokunduruyor ve “bıp” sesi ötüyor. Bütün erkek deneklere aynı işlem yaptırılıyor ve erkeklerin hepsi aynı hataları yapıyorlar. İkinci seferinde halkayı dokundurmadan karşıya geçiremiyorlar. Bir cinsel uyarıcı erkeklerin dikkatini anında alıp götürüyor. Çekici bayanı gören erkeklerde ne akıl kalıyor, ne de dikkat… Bu sefer bayan deneklerle aynı çalışma yapılıyor. İlk denemede bayanlar gayet başarılı… İçeriye yakışıklı bir erkek girip bayanla konuşuyor. Bayan ikinci denemede de aynı başarıyı gösteriyor. Yani erkeklerin varlığı ya da çekiciliği bayanları ırgalamıyor sevgili hemcinslerim. Dedelerimiz boştan yere “ateşle barut bir arada olmaz”, dememişler ya, elbet vardır bir bildikleri. Buradan hareketle eğitim ve öğretimde bazı düzenlemeler yapılabilir diye düşünüyorum. Ama bunu bilimin ışığında yapmak lazım… En azından ergenlik döneminde erkek ve kız liselerinin devreye sokulması öğrencilerin başarısını artırır. Ergenlik döneminde belli bir süre karma eğitimden vaz geçilebilir bence… Olaya ideolojik bakmazsak kazanırız sanırım.
Çaycı
Oldum olası yaptığım işleri güzel yapmaya çalışırım. Ve işini güzel yapan insanları da takdir ederim. Bir insan ne iş yaparsa yapsın ama işini güzel yapmalı… Eğer tuvalet temizliği yapıyorsanız öyle güzel temizlemelisiniz ki, tuvalete giren, “Oh be ne kadar temizmiş, buraya yapılır”, demeli… Eğer tuvalet pis olduğu için size lanet okuyorsa orada bir hata vardır. İşini güzel yapan insanlar her zaman kazanırlar. Eğer “kazanamıyorum”, diyorsanız işinizi güzel yapmıyorsunuzdur. 2002 yılında ailecek Kahramanmaraş’a gezmeye gittik. Şehri dolaştıktan sonra kaleye çıktık. Kalenin manzarası güzel… Orada bir çay bahçesi var. İşletmeciden çay istedik. Çaylarımız geldi ama çayı içen geri tükürdü. İğrenç bir tat… Zehir gibi acı… Adam daha fazla dem versin diye çayın içine tatlı sodayı doldurmuş. Sonunda böyle bir iğrenç tat ortaya çıkmış. Çayları döktük. Çaycıyı çağırdım. “Ya kardeşim, neden böyle yapıyorsunuz, dedim. Eğer şu çayı güzelce demlemiş olsaydınız biz en azından burada adam başı 3-4 bardak çay içerdik. Bakın bunları içemedik”. Çaycı kendine göre mazeretler sundu ama bir geçerliliği yoktu.
Aradan 5-6 yıl geçti. Ordunun Ünye ilçesindeki akrabaları ziyarete gittik. Akrabanın işyerine uğradım gündüz. “Abi, sana çay söyleyeyim”,dedi. “Valla muhterem, ben kahvehane çaylarını içemiyorum”. “Bizim çay ocağımız var. Sana oradan söyleyeceğim. Beğenmezsen içmezsin”, dedi hısım. Çayımız geldi. İlk yudumu aldım ağzıma… Harika bir tat… “Ya bu çay çok güzel”, dedim. “Çaycımız çok güzel çay yapar. Yanında dört kişi çalışıyor. Günde yaklaşık 2000 adet çay satıyor”, dedi. Bu arada ikinci bardakta geldi. Basit bir hesap yaptım. 2000 bardak çay… Her bardak 50 kuruş… Günlük kazancı 1000 lira… Küçük ölçekli bir çay ocağı için mükemmel bir kazanç… Kahramanmaraş’taki çaycı nerede, Ünye’deki çaycı nerede… Aradaki en önemli fark işini güzel yapmak… İşini güzel yapan her yerde ve her zaman kazanır. İşin en önemli sırrı burada… Önemli olan bu sırrı anlamak… Müşteriyi kandırdığını zanneden salak işletmeci kendi kedini kandırdığını iflas ederek öğrenir en sonunda…
Çocuk dediğin fil gibi yer
Fethiye’de tatildeyim. Sabah kahvaltıya iniyorum. Türk ve yabancı aileler var. Tabi psikolog olduğum için ister istemez insanların anormal davranışları dikkatimi çekiyor. Bir Türk ailesi… Anne, 6 yaşlarında bir erkek çocuk, anneanne, teyze ve dede… Her gün sabah kahvaltısında bu aileyi seyrediyoruz. Çocuk yemek yemiyor. Önce anne ekmeği koparıp çatala geçiriyor. Bala banıyor. Zorla zavallı çocuğun ağzına sokuşturuyor. Çocuk annenin elinden kurtulunca tazı gibi koşturuyor havuzun öbür başına. Anne yerine oturuyor. Bu sefer anneanne aynı işi yapıyor. Çocuğunun ağzı tıka basa dolu… Çiğnemekte zorlanıyor. Daha bunlar bitmeden teyze sıraya giriyor. Her seferinde çocuğu zorla yakalıyorlar. En son dede gidiyor. Acıdım çocuğa… Yanımızda bir Alman aile var. Bu ailenin de hemen hemen aynı yaşlarda iki çocuğu var. Bu çocukların hiç sesleri çıkmıyor. Tabaklarında ne varsa sakin bir şekilde yiyorlar. Türk ve Alman yaklaşımı… Annelerin çoğunun söylediği aynı şey… “Çocuğum yemek yemiyor”. Bu Türk yaklaşımı maalesef… Bu tür annelere çok kızarım. Ya kardeşim hiçbir çocuk açlıktan ölmez. Çocukları yemek konusunda zorlamayın. Acıktıklarında yerler. Ama zorlarsanız hayatta yemezler. Size yemeği zorla yedirseler hoşunuza gider mi? Giderse; çocuğa zorla yedirmeye devam edin o zaman züper anne, babalar.
Çocuklar neden hareketlidir
Çocukların hızına ayak uydurmak zordur. Anne ve babalar genellikle kendilerinin yorulduğunu ama çocukların hiç yorulmadığını söylerler. Bir öğretmen arkadaş çocuğunu ancak yarım saat taklit edebildiğini söylemişti. “Çocuğun her yaptığını yaptım ama yarım saat sonra pes ettim”, demişti. Çocuklardaki bu hareketlilik hepimizin dikkatini çekmiştir. Bunun sebebi nedir acaba? Çocuklar gelişim çağında oldukları için vücutları biyolojik olarak her an büyüyor. Biyolojik büyüme dengeyi bozuyor. Çocuk yeni duruma uyum sağlamak, dengeyi yeniden kurmak için hareket ediyormuş. Biyolojik büyüme durduğu zaman hareketlilik de duruyor. Çocuğunuz hareketli ise ona kızmayın. Bırakın zıplasın, hoplasın, koşsun.
Çocuklara şaka yapmayın
Sakın ola ki çocuklara şaka yapmayın. Çünkü çocuklar şakadan anlamazlar. Şakayı gerçek olarak algılarlar. Hepsinden önemlisi çocukların algı düzeyi şakayı anlayabilecek kapasitede değildir. Sebebine gelince; çocuklar on bir yaşına kadar somut düşünürler, soyut düşünemezler. Yani soyut kavramları anlamazlar. Düşünce tarzları daha ilkeldir. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım. Anaokuluna giden 4-5 yaşlarındaki bir grup çocuğa şöyle bir soru sorulmuş: “Emre annesine yardım ederken kocaman bir vazoyu görmemiş ve kaza ile düşürmüş, kırmış”. “Ayhan da annesine kızdığı için küçük bir vazoyu yere çalmış ve kırmış”. Bu iki çocuktan Emre mi, Ayhan mı suçlu? Sizce kim suçlu? Bütün çocuklar “Emre suçlu, çünkü büyük vazoyu kırdı”, demişler. İlginç değil mi? Biz yetişkinler ne diyoruz. “Ayhan suçlu”… Çocuklar somut düşündükleri için olayı vazonun büyüklüğüne ve küçüklüğüne göre değerlendiriyorlar. Yetişkinler ise soyut düşündükleri için olayı Ayhan’ın niyetine göre değerlendiriyorlar. Çocuklara takılayım, şaka yapayım, espri yapayım demeyin… Genelde “sen bizim çocuğumuz değilsin, biz seni evlatlık aldık” gibi şakalar çok yapılır. Çocuk bunu ciddi zanneder ve kendini çok kötü hisseder.
Çocukların savaş alanları
Günümüzün süper anne ve babalarının bilmesi gereken önemli bir konu... Çocukların üç önemli savaş alanı vardır. Anne ve babayla bu alanlarda savaşırlar. Bunlar yemek meydan muharebesi, uyku savaşı ve tuvalet taarruzu… Şimdi çocuğunuz eline vazoyu alır, hemen müdahale edip elinden alırsınız. Savaşı siz kazandınız. Kumandayı kapar, hemen alıp yükseğe koyarsınız. Savaşı yine siz kazandınız. Sehpa ile oynayacaktır. Sehpanın yerinde yeller eser. Çoktan dolabı boylar. Yine şampiyon sizsiniz. Acele zaferinizi ilan etmeyin. Daha sizin küçük veledin sırası gelmedi. Eşiniz işten gelir, yemek yiyeceksiniz. Oturursunuz sofraya… “Hadi yavrum yemek ye” Tam bu anda yemek savaşı başlar. Çocuk yemek istemez. Neden? Çünkü kontrol kendi elinde… Uğraşın saatlerce… Artık geç oldu tabi uyumanız gerekiyor. Çocuğu hesaba katmadınız tabi. “Hadi uyu yavrum”. Zor uyur sizinki… Saatler geçer hala ayakta… Kontrolü size vermeyecek ya… Zorla uyutun bakalım. Sallamalarınızda işe yaramaz. O istediği saatte uyur. Tuvalete sıra gelir… Tuvalete götürürsünüz… “Hadi yavrum kakanı yap”. Daha çok beklersiniz. Hemen yapacak ya. Pışık… Onu tuvaletten çıkarırsınız, dışarıda hemen boşaltıverir. Hadi müdahale edin süper anne babalar. Bu üç alan çocuğun savaş alanıdır ve kontrolü size vermek istemez. Sakın ola bu alanlarda çocukla bir meydan muharebesine girişmeyin. Çünkü bu alanın galibi her zaman çocuklardır.
Çöl-Kader
Bir bilge çöl ile kaderi birbirine benzetiyor. Çöl ile kader arasında yakın bir ilişki var. Akşam esen sert rüzgarlar kum tepelerinin yerini değiştirir. Kum tepeleri her gün oradan oraya taşınıp durur. Tepelerin yerleri değişse de çöl hiç değişmez. Çöl yine çöldür. İşte kaderimizdeki ufak tefek olaylar yer değiştirse de, değişse de kaderimiz hiç değişmez. Doğuşumuz, evliliğimiz, dönüm noktası olaylarımız, ölümümüz değişmez. Onların vakti, saati sabittir. Nasıl ki çölün karakteristik özelliği kumulların yer değiştirmesi ile değişmiyorsa bizimde hayati konularımız değişmiyor. Madem ki böyle, hayatını meşru dairede en güzel şekilde yaşamaktan seni alıkoyan şey nedir? Evim yok… Arabam yok… Hayata hazır değilim… Ölüm saatin dolduğunda onu kimseler durduramıyor. Dünyaya sahip olma hırsın seni tatlı yaşamaktan alıkoymasın. Tebessüm lütfen…
Deli Hasan
Köyümüzün delisiymiş o. Ama şair ruhlu birisi… Artık akrabaları elinden usandıkları için onu Elazığ ruh ve sinir hastalıkları hastanesine yatırmak isterler. Bundan 40-50 yıl önce… Geçim derdinin çok fazla yaşandığı yıllar… Deli Hasan’ı hastaneye götürmüşler. Hekimler muayene etmişler. Başhekim önüne bir keçi postu atıvermiş.
- Hadi Hasan, demiş. Bu postun üzerindeki kılları saymaya başla. Deli Hasan kafasını hafifçe kaldırmış doktora bakmış:
- Doktor bey, doktor bey, demiş. Söz sözü açar, çok söyleme fikrim kaçar. Kırk gözlü köprüden bir saniyede ne kadar su geçer, sen bunu bil ben de kılları sayayım. Bu cevap karşısında doktor şok olmuş tabi.
- Ulan Hasan, demiş. Seni bana deli diye gönderenin …. Kalk oğlum kalk. Sen benden daha akıllısın. Hadi evine git.
Demezo’nun pekmezi
Cumhuriyetin ilk yıllarında yaşamış, bilge birisiymiş Demezo. Türkçe , Arapça ve Kürtçe bilirmiş. Ben hikayelerini babamdan çok dinledim. Sürekli seyahat eder, oradan oraya gider, tüccarlık yaparmış. Bir sonbahar günü yorgunluktan ve açlıktan kendini bir köye zor atmış. Evin önünde oturan bir kadına:
- Ya bacım, uzun yoldan geliyorum, çok acıktım. Yiyecek bir şeyleriniz var mı acaba?, diye sormuş.Kadın:
- Sen şöyle otur. Ben yiyecek bir şeyler getireyim, diye oradan ayrılmış. Biraz sonra bir tabak içinde incir… Bir tabak içinde susam ve bir tabak dolusu da pekmez getirmiş. Önüne bırakmış gitmiş. Demezo hayatında ilk defa böyle bir şeyle karşılaşıyor. Kuru incir, susam ve pekmez… Bunlar nasıl yenir. Şimdi kendi bildiği gibi yese, bir yanlışlık yapsa, yabancı bir köyde abes karşılanabilir. Sağa sola bakınırken kadının 8-9 yaşlarında bir oğlan çocuğunu görmüş.
- Gel oğlum gel… Baban yoksa sen de mi yoksun? Misafir yalnız bırakılmaz. Gel beraber yiyelim, demiş. Çocuk sofraya oturmuş. Eline inciri almış. Pekmeze banmış. Pekmeze bandığı inciri bu sefer susam tabağına daldırmış ve ağzına götürmüş. Demezo bu… Uyanık… Nasıl yenileceğini öğrendi ya…
- Hadi oğlum hadi, sen oyun oyna biraz. Ben yerim artık, demiş. Ve öğrendiği şekilde afiyetle karnını doyurmuş.
Bazen farklı bir kültürde buna benzer sıkıntılar yaşayabiliriz. Lise öğretmenim anlatmıştı: “Üniversiteyi kazandım, İstanbul’a gittim. Aradan bir kaç ay geçti. Bir kız arkadaşım oldu. Kız bir gün beni evlerine kahvaltıya çağırdı. Kahvaltıda her şey mükemmel… Benim önümde zeytin tabağı var. Kız ile ailesinin zeytini yemelerine dikkat ettim. Önce çatala batırıyorlar. Sonra çekirdeğini de çatala koyup tabağa bırakıyorlar. Biz memlekette zeytini elimize alıp yeriz. Zeytin yememek için çok gayret ettim ama en sonunda bir zeytin tanesini çatala batırıp ağzıma götürdüm. Çekirdek ağzımda dönüp dolaşmaya başladı. Daha önce ağzımdan çatala çekirdek bırakmadığım için ne yapacağımı şaşırdım. Kıza karşı mahcup olacağım diye yüreğim titriyor. En sonunda cebimden mendilimi çıkardım. Ağzımı siler gibi yaptım ve çekirdeği mendilin arasına bıraktım. Zeytin mi? Tövbe bir daha ağzıma koymadım.
Yabancı ortamlarda en iyisi sabredip beklemek ve diğer insanların davranışlarını gözlemlemek…
Demokrasi bizi bozuyor
Şu anda bilinen en güzel yönetim şekli demokrasi… Gelecek yıllarda ortaya ne çıkar bilmiyorum. Ama demokrasinin bize pek uymadığını söylemek istiyorum. Demokrasi şimdilik bize birkaç numara büyük geliyor. Bizim için en ideali sanırım başkanlık filan. Ama başkanlık da olsa yetkileri çok olmalı. Otoriter filan… Yani padişah gibi yetkili olmalı… İşin şakası bir yana ama demokrasiyi daha özümseyemedik toplum olarak. Demokrasi bence evde başlar. Okulda sürer. Askerde devam eder. Hayat boyu yaşanır. Bizde böyle mi? Değil… Evde baba otoritedir. “Höt” dediğinde çocuğun ödü kopar. Kimse çocuğun fikrini sormaz. Okula gider. Orada öğretmen otorite… O ne derse o olur. Yine kimse çocuğun düşüncesini sormaz. Kazara yolu karakola düşerse orada komiser otorite… Yiyeceği zılgıtı yer. Kimse fikrini sormaz. 20 yaşında askere gider. Orada komutan hazır bekliyor. Onu süründürür yerlerde… Yine kimse fikrini sormaz. Askerden sonra gelip işe girer. Bu sefer patron otorite… Seçim olur. Yıllardan beri düşüncesi sorulmayan, fikri alınmayan vatandaş milletvekili seçer. Hiç sorgulamaz. Parti oraya bir eşeğin ismini bile yazsa altına mührünü basar. Bu sayede Demireller, Ecevitler, Erbakanlar, Baykallar 40-50 sene bir partinin başında genel başkanlık yaparlar. Dedim ya demokrasi aileden başlar. Aileye demokrasi getirmediğimiz müddetçe demokrasi bizi bozar abi.
Depresyonumu seviyorum
Yaşadığımız depresyon, panik atak, obsesyon hep birer sonuçtur. Bize verdikleri mesaj “kendine gel, dikkat et”. Biz bu sesi duymuyoruz, gidiyoruz hekime, alıyoruz haplarımızı, yutmaya başlıyoruz. Bize mesaj gönderen ruhumuzla bütün kanallarımızı kapatıyoruz. Zil sizin için nasıl bir uyarıcı ise hastalıklarda birer uyarıcıdır. Ağrılar, sızılar, uyuşmalar birer uyarıcıdır.
Kardeşim, depresyon sevilir mi? Sevilir tabi… Neden sevilmesin? Evinize hırsız girmesin diye alarm taktırıyorsunuz? Arabanızda alarm var. Hırsız girdiğinde alarmın çalması hoşunuza gitmez mi? İşte depresyon, panik atak, obsesyon gibi psikolojik sorunlarda alarm vazifesi gören uyarıcılardır. Depresyon size mesaj veriyor. “Ey vatandaş, kendine dikkat et. Eğer dikkat etmezsen akli dengeni kaybedebilirsin”, diyor. Evinizde elektrik sigortaları var. Fazla volt geldiğinde şartel hemen kapanır, sigorta atar. Eğer kapanmasa evin bütün elektrik tesisatı yanabilir. Depresyon, panik atak, obsesyon da ruhumuzun sigortasıdır. Psikolojik yapının daha fazla zarar görmesini engelliyor. Bu durumda iseniz hemen çaresine bakacaksınız. Öncelikle sizi depresyona iten sebeplere odaklanmanız gerekir. Psikologlar psikoterapi ile sebeplere inmeye çalışırlar. Sebepler ortadan kalkarsa sonuçta otomatikman ortadan kalkar. Psikiyatristler ise ilaçlarla sonucu değiştirmeye çalışırlar. İlaç tedavisi görseniz dahi psikoterapi sürecinden geçerek farkındalık kazanmayı ihmal etmeyin.
Dikkat yolda inek var!
Bazen “öküzün trene baktığı gibi bakıyor” deriz. Öküz trene nasıl bakıyor doğrusu bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Sığırlarda uyarıcılara verilen tepkilerin çok yavaş olması… Her canlının algıladığı uyarıcılara tepki gösterme süresi var. Buna geri bildirim diyoruz. Örnek verecek olursak; diyelim ki bir ses duydunuz. Bu sesi algılıyorsunuz. Ses beyninizde anlamlandırılıyor. Cevap veriyorsunuz. Arkadaşınız sizden kalemi verip veremeyeceğinizi sordu. Sizde verebileceğinizi söylediniz. Bütün bunları yaparken bir zaman geçiyor. İnsanlarda bu geri bildirim süresi saliselerle ifade edilirken diğer canlılarda farklılık gösteriyor. Gelelim öküz oğlu öküze… Yolda araba kullanıyorsunuz. İlerde bir inek var. Hemen yavaşlayın. Çünkü ineklerde geri bildirim süresi çok uzunmuş. Yaklaşık 8 saniyeymiş. Siz ilerdeyken korna çalıyorsunuz. İnek korna sesini duyuyor ve tam 8 saniye sonra size dönüp “mööö” diye tepki veriyor. Karayollarında ineklerle ilgili çok kaza olur. Sürücüler ilerdeyken çaldıkları korna ile ineklerin yoldan çekileceklerini zannederler. Ama inek 8 saniyede çekilmeye karar verdiği için kaza kaçınılmaz olur. Yolda inek gördüğünüzde aman dikkat ediniz. İneklerin jetonunun geç düştüğünü unutmayınız efendim.
Dokunmanın Gücü
Sevgimizi gösterme yollarının en önemlilerinden biri dokunmaktır. Dokunma ile ilgili bir çok araştırma sonuçları var. Araştırmalar, dokunmanın mükemmel gücünü ortaya çıkarmışlardır. Kucağa alınan, okşanan, elinden tutulan bebeklerin, bu duygulardan yoksun büyüyen yaşıtlarına göre daha mükemmel ve hızlı geliştikleri bulunmuş. Bu bebeklerin bağışıklık sistemlerinin daha güçlü olduğu, yaşıtlarına göre daha az hastalandıkları tespit edilmiş. Dokunmadan yoksun büyüyen çocukların ise, ciddi duygusal bozukluklar yaşadıkları, saldırgan davranışlar sergiledikleri ortaya çıkmıştır. Çocuğun annesiyle temas etmesi bu açıdan çok önemli. Daha çocuk doğar doğmaz çalışan annelere duyurulur.
Sevgi bir enerji… Siz sevginizi dokunarak çocuğunuza aktarabilirsiniz. Ağlayan çocuğunuzu kucağınıza aldığınızda hemen susuverir. Sevgiyi gösterme yollarında biri fiziksel temas, yani dokunmaktır. Efendim suya, sabuna dokunmasanız da, sevdiklerinize dokunun.
Domino etkisi
35 yaşında bir bayan… Yoğun bir depresyon yaşıyor. Aylardan beri hayattan kopmuş. “Hocam, size anlatayım yaşadıklarımı”,diye söze başladı. “2 sene önce babamı kanserden kaybettik. Annem, babamın ölümüne dayanamadı, beyin kanaması geçirdi. Şimdi evde yatalak… Evimizin geçimini ufak tefek kira geliriyle ve kız kardeşimin maaşıyla sağlıyorduk. Kız kardeşim, patronunun tecavüzüne uğradı. Büyük yeğenim şoför… Geçen ay Kuzey Irak’ta saldırıya uğradı. Cenazesi geldi. Allah aşkına ben ne yapayım?”. Efendim buna domino etkisi deniyor. İşleriniz ters gitmeye başlayınca arkası kesilmiyor. Domino taşları gibi birbirini takip ediyor. Bakın, bizim kafası kel, aksakallı, bilge dedeler ne demişler. “Ters gitmeye görsün insanın işi, muhallebi yerken kırılır dişi”. Sabrederseniz bu durum taşların bitmesi sonucunda selamete erermiş efendim. Yani sülalede ölecek, hasta olacak, işsiz kalacak kimse kalmayıncaya kadar devam ediyormuş. Sonra da doğal olarak bitiriyor tabi. İşin şakası bir yana… İşleriniz ters gitmeye başladığında duygu ve düşüncelerinize odaklanıp negatif düşüncelerden kendinizi arındırmanızda yarar var.
Hayatta kaç dostunuz var?
Dost ve arkadaş kavramları iç içe kullanılır. Fakat bunlar farklı kavramlardır. Hayatta kaç dostunuz var? Ya da kaç arkadaşa sahipsiniz? Dost; her şeyini bildiğiniz, her şeyi paylaştığınız, çat kapı gidebildiğiniz, gizlinizin saklınızın olmadığı, darda kaldığınızda ilk aradığınız kişidir. Dost özeldir. Ayrılığınız, gayrılığınız yoktur. Arkadaş ise daha geneldir. Merhabamızın olduğu, sevdiğimiz, konuştuğumuz insanlara arkadaş deriz. Hayatta yüzlerce, binlerce arkadaşımız olabilir. Ama en fazla birkaç dostumuz olabilir. Dostunuzla ömür boyu görüşürsünüz. Arayıp sorarsınız. Arkadaşı ise bazen arayıp sorarsınız. Onlarca insanı kendinize dost edinmişseniz tehlike çanları alıyor demektir. Fazla dostu olanın aslında hiç dostu yoktur. Hiç dostunuz yoksa da sıkıntı çekersiniz.
Dünyada kaç dil var
Dünyada kaç dil olacak; tabiî ki binlerce… Oturup saymaya başlasak en azından 40-50 farklı dil sayabiliriz. Ama ben dünyada sadece iki dil olduğunu iddia ediyorum. Şimdi “kardeşim sen zaten normal değilsin” diyebilirisiniz. Gerçi bende normal olduğumu iddia etmiyorum ama sadece iki dil olduğunu düşünüyorum. Sizin düşündüğünüz diller sadece iletişim için kullandığımız farklı sesler. Türkçe, İngilizce, Fransızca, Almanca, Arapça gibi. O zaman söyleyeyim;
1- Sevgi dili,
2- Nefret dili… Dünyanın neresine giderseniz gidin bütün insanların bu iki dil ile iletişim kurduklarını göreceksiniz. Anneniz, babanız evde sizinle Türkçe mi konuşuyorlar farklı bir dil mi kullanıyorlar? Evinizde ya sevgi dili geçerlidir ya da nefret… Bu iki dili doğuşta bilirsiniz zaten, öğrenmeniz gerekmez. Öyle baykuş gibi filozofça düşünme. Sen hangi dili kullanıyorsun hayatında?
En kolay acı
Yine bir soru: “Dayanılması en kolay acı hangisidir acaba?”. “Kendimi kötü hissediyorum çünkü dişim ağrıyor”. Ya da “Dün başım fena ağrıdı”. “Mideme kramp girdi ve acıdan ölecektim”. En kolay acı diş ağrısı mı? Yoksa baş ağrısı mı? Kolumuz, ayağımız kırıldığında hissettiğimiz acı mı? Ya da sevgilimizden ayrıldık yürek, kalp acısı mı çekiyoruz? Ölüm acısı bir başka canım… Ya hasret çekmek kolay mı sandınız? Maddi acılar mı kolay yoksa manevi acılar mı? Evet bütün bu acılardan çok ama çok kolay bir acı var. “Hayatta en kolay acı başkasının çektiği acıdır”. Başka insanların çektiği acılar bize o karda kolay gelir ki… İşte bu kolay gelmeden dolayı dünyadaki haksızlıklara, zorbalıklara, zulümlere sesimizi çıkarmıyoruz. Bütün bu olumsuz olaylara sessiz kalışımızın yegane sebebi başkaları acı çekerken empati kuramıyor oluşumuzdandır. Öyle ya ateş düştüğü yeri yakıyor. Başkalarının o acıyı hissetmesi çok zor efenim.
En lezzetli yemek hangisidir?
Hayatta yediğiniz en lezzetli yemek hangisidir? Hiç düşündünüz mü? En lezzetli yemek kişiye göre değişmekle beraber bazı kriterleri var. Yıllar önce rahmetli Abdal Memet’ten dinlemiştim böyle bir hikayeyi. Memet Amca her seferinde zevkle anlatırdı hikayesini.
- 25 yaşlarındaydım. Köyde 200 koyundan oluşan sürüyü otlatıyordum. Hava sıcak. Yaz güneşi alev alev yakıyor bedenimi. Hayvanlar iyice susamıştı.Dağdaki pınara sürüyü getirdim.Hayvanlar doyasıya sulardan içtiler.Ve hemen pınarın kenarında öğle uykusuna daldılar.Bende pınarın başındaki çınar ağacının altına oturdum,dinlendim.Öğle vaktiydi. Çok acıkmıştım. Köydeki bahçeden topladığım patlıcanları, domatesleri çıkardım. Çevremdeki kurumuş inek dışkılarıyla güzel bir ateş yaktım. Tezekler gürül gürül yanmaya başladı. Patlıcanları ve domatesleri közlemeye başladım.Ben bunlarla uğraşırken 3-4 tane avcı yanıma gelip selam verdiler.Bizim köyün kavurucu sıcağında yanmışlar. Susamışlar. Acıkmışlar. Sularını içtiler. Ağacın gölgesine uzandılar. Yanlarında yiyecek bir şeyler getirmemişler.”Avladığımız hayvanları pişirir yeriz” diye düşünmüşler ama bir şey de avlayamamışlar. Tezek ateşinde közlediğim patlıcan ve domateslere buyur ettim kendilerini. Yufka ekmekle afiyetle yediler.Üzerine buz gibi ayranlarını içtiler.Vedalaştık ve ayrıldılar bir süre sonra.Aradan aylar geçti.Bir gün alışveriş için Kilis’e gittim.Öğle saatleriydi.Caddede yürüyorum.Arkamdan bir delikanlı koşarak geldi. “Beyefendi seni bankadan çağırıyorlar” dedi. Şaşırmıştım. Bankadan beni kim çağırabilirdi. Gittim bankaya… Beni müdürün odasına buyur ettiler. Birde ne göreyim. Aylar önce benim közlenmiş patlıcan ikram ettiğim adam karşımda oturuyor. Adam meğer banka müdürü imiş.Benim yoldan geçtiğimi camdan görmüş. Güvenlikçiyi peşimden göndermiş. Oturdum. Sohbet ettik. Bana öğle yemeği ısmarladı, yedik. Çay içerken müdür bey; “Ya memet kardeşim, sizin Ömercik köyünde yediğimiz közlenmiş patlıcanların tadı hala damağımda, hayatta hiç o kadar lezzetli yemek yememiştim, o lezzeti hala arıyorum” dedi. Bende “yaz gelsin gene size patlıcan közleyeyim müdür bey”, dedim. İşte adam kocaman müdür… İstediği bütün yemekleri yeme şansı var ama o bizim köyde tezek ateşinde közlenmiş patlıcanları özlüyor.
En lezzetli yemek en çok acıktığınız, yemeğe en çok ihtiyaç duyduğunuz zaman yediğiniz yemektir. En sevmediğiniz yemeği dahi acıktığınızda yediğinizde size bal tadı verir.
En tehlikeli düşünce nedir?
Bir öğrenci grubuna konferans veriyordum. Öğrencilere “en tehlikeli düşünce hangisidir”, diye sordum.
Değişik cevaplar gelmeye başladı.
- Dünyayı yok etme düşüncesi…
- İntihar etme düşüncesi…
- Adam öldürme düşüncesi…
- Ben adam olmam düşüncesi…
- Kısa yoldan köşeyi dönme düşüncesi…
Cevaplar çoğaldıkça çoğaldı. Benden hayır cevabını aldıkça öğrenciler coştular… En sonunda onlar bana benim sorumu sordular. Prof.Dr. A.Fuat Başgil Hoca’nın o meşhur sözünü söyledim. “En tehlikeli düşünce eleştirilmeyen düşüncedir”. Kritiğe tabi tutulmadan, eleştirilmeden, doğrudan kabul edilen, düşünce kadar, tehlikeli bir şey var mı, sizce?
Epileptik enerjinin boşalması
Bazen istemediğiniz halde, olmadık bir yerde sizi gülme krizi tutar. Dakikalarca gülersiniz. Hava ayazdır. Kar yağmış ve her taraf donmuştur. Çok sevdiğiniz bir arkadaşınızla yürüyorsunuz. Birden arkadaşınızın ayağı buzda kayar ve yere bir seksen uzanır. Tam o anda sizde bir gülme krizi… Ama ne gülme… Kıkır kıkır... Gülmekten kendinizi alamazsınız. Arkadaşınız yerde yatıyor. “Ya kusura bakma elimde değil. Biran sinirlerim boşaldı”,dersiniz. Arkadaşınızın durumu komik değil ama siz yine de gülüyorsunuz. Bunun sebebi nedir acaba? Her insanın beyni enerji üretiyor. Bu enerjiye epileptik enerji deniyor. Epilepsi (sara) hastalarının beyni bu enerjiyi daha çok üretir ve kriz anında enerji boşalır. Aynı enerjiyi normal insanların beyni de üretiyor. İşte o olumsuz olay, biriken bu epileptik enerjinin boşalması için tetik görevini yerine getiriyor. Bu bazen ağlama şeklinde de olabiliyor. İstem dışı kendini kontrol edemeden ağlama şeklinde… Düştüğünüzde, kafanızı bir yere çarptığınızda, yanınızdaki insanlar gülüyorsa onlara kızmayın, alınmayın. Bunu istemeden yapıyorlar. O anda epileptik enerjileri boşalıyor. Enerjilerini boşaltsınlar size yardım ederler merak etmeyin.
Eş seçimi
Sözüm öncelikle hemcinsim olan erkeklere… Nasıl bir eş istiyorsunuz? Amcamların köyünde bir deli vardı. Herkes onu konuşturmak isterdi. Köyün delisinin meşhur bir sözü vardı. “Hanımdan korkmayan kafirdir”, derdi. “Neden korkmak lazım hanımdan yahu”, dediğinizde, deli; “Sizin evde yemeği kim yapıyor? “Hanım…” “Peki, hanım senden habersiz yemeğe zehir koyarsa, sen bunu bilir misin?” “Hayır…” “Öyleyse hanımdan çekineceksin, korkacaksın”… Köyün delisinin mantığı bu tabi… Hanımdan korkmanız gerekmiyor ama onu çok iyi tanımanızı tavsiye ederim. Evet sevgili egosu şişmiş erkek arkadaş. Şunu çok iyi bil ki; bir kadının içinde yüzlerce farklı kadın yaşar. Ya bu kadınların hepsini kabul edersin, ya da içlerinden bir tanesini seçer hayal kırıklıklarıyla yaşarsın. 50 yaşında tanıdığım bir ağabey vardı. İş yerimiz yakındı. Bir gün yanıma geldi sabah erken… Düşünceliydi.
“ Ya hocam, ben 50 yıldan beri aynı yastığa baş koyduğum hanımımı tanıyamamışım, dedi. Bu gün bana öyle bir laf etti ki! İnanamadım”. “Bu lafı söyleyen benim hanım mı?”, diye…
Eşcinsel nikah
Son yıllarda genellikle batı ülkelerinde eşcinsel evlikler bir moda oldu. Her gün bir gazete köşesinde ya da bir televizyon proğramında haber olarak geçiyor. Gerçi okuduğum bir haberde A.B.D’li bir vatandaş televizyonunu çok seviyormuş ve onunla evlenmiş. Evlilik işini şirazeden çıkaranlarda var bunun gibi. Evliliğin biyolojik temeline bakalım. Bütün evliliklerin biyolojik boyutu neslin devamını sağlamaktır. Şimdi eşcinsel evlilikte bu mümkün mü? Tabiî ki değil… Evlilikler neslin devamını sürdürmek için yapılırken eşcinsel evlilikler zevk, haz odaklıdır. Zevk ve haz odaklı birlikteliklerin evlilik olarak adlandırılması biyoloji ve psikoloji bilimine terstir. Eşcinsellerin birbiri ile evlenmesi doğru değil... Bu işe beraber yaşama, hayatı paylaşma filan diyebilirler ama toplumun devamını sağlayan evlilik kelimesini birlikteliklerinde kullanmaları doğru değil...
Gerçi bazı süper süper süper zeki kızlarımız da gidip sperm bankalarından sperm alıp çocuk doğuruyorlar. Ne kadar aptalca ve sakıncalı… Bir kadın çocuk doğurmaya karar verebilir. Ama çocuğu babasız büyütmeye karar veremez. Bu çocuk 15 yaşına geldiğinde “Anne neden beni babasız doğurdun.? Ben baba sevgisine hasretim”, dese, anne buna nasıl cevap verecek acaba? Çocuk sahibi olmak sadece maddi olarak karnını doyurup, sırtını giydirmek değil ki? Çocuğun psikolojik ihtiyaçları çok daha önemli… Çocuğun babasız ya da annesiz büyümesine, yetişmesine biz karar veremeyiz. Buna hakkımız yok… Annesinden ya da basından ayrı yaşamış, o günleri hatırlayınca göz yaşlarına hakim olamayan bir çok danışanım oldu.
Gelecekte olacakları görmek
Kimileri buna duru görü diyor. Bir kısmı 6. his… Bazıları sadık rüya… Telepati… Kehanet… Hepsinin ortak özelliği gelecekte olacak bir olayın önceden hissedilmesi… Unvanımız psikolog olunca insanlar bu tür yaşadıkları olağandışı olayları bize heyecanla anlatırlar. İşte bunlardan birisini sizinle paylaşayım.
Ayten Hanımı 2005 yılında kekemelik problemi için terapilere almıştım. Aslen Mersin’liydi. Ayten Hanımın ağzından yaşadığı olayı anlatayım.
- 1990 yılıydı. Liseden yeni mezun olmuştum. Üniversite sınavını kazanamamıştım. Evde annemle sürekli çatışıyorduk. Bunalıma girmiştim. Çok dua ediyordum. Bir gün bir rüya gördüm. Babaannemle ortak bir özelliğimiz var. İkimizde gelecekte olacak bazı olayları hissedebiliyorduk. Babaannem rahmetli olduğu için şimdi sadece ben görüyordum. Rüyamı anneme anlattım. Annem tabi inanmadı.
“Rüyamda Ankara’ya gidiyorum. Otogarda iniyorum. Beyaz saçlı, orta yaşlı bir amcanın taksisine biniyorum ve bakanlıkların yoğun olduğu bir yere gidiyorum. Orada ulaştırma bakanlığı binası dikkatimi çekiyor. İçeri giriyorum. Bakan beyle tanışıyorum. Bakan bey beni işe alıyor.” Bu rüyadan sonra içime kurt düştü.
- Anne ben Ankara’ya gideceğim, dedim.
- Kızım sen kafayı mı üşüttün? Ne işin var Ankara’da? İz bilmezsin, adres bilmezsin. Bir rüyanın peşinden gidilir mi? Kesin kararımı vermiştim. Oldum olası babam bana güvenirdi. O bir şey demedi. Annem eğer izinsiz gidersem de bana yol parası bile vermeyeceğini yeminle ifade etti. Kafaya taktım ya, sabah erkenden kalktım. Kolumda bir bileziğim var. Gittim onu kuyumcuda bozdurdum. Mersin’den biletimi aldım ve gece Ankara’ya yola koyulduk. Sabah saat 9.00 gibi Ankara’ya ulaştık. İndim otobüsten ama şaşkınım. Çevreme bakınıyorum. Baktım rüyamda gördüğüm beyaz saçlı taksici amca ilerde duruyor. Yanına gittim. Taksiye bindim.
- Amca beni bakanlıkların yoğun olduğu bir yere götür, dedim. Bir mahalleye gelince taksici:
- Kızım burası bakanlıklar, dedi. Sağa dönünce rüyamda gördüğüm bina karşımda duruyordu. Binaya girdim. Beni sekreter karşıladı. Bakan beyle görüşmek istediğimi söyledim. Randevum yoktu. Sekreter “beklememi, eğer boşluk olursa beni bakanla görüştüreceğini”, söyledi. Yarım saat filan bekledim. Yanıma şık giyimli 30 yaşlarında bir bayan gelip oturdu. Sohbet ettik. Ona hikayemi anlattım bu arada. Bu bayan sohbetten sonra bakanın odasına girdi. Beş dakika olmadı ki beni içeri çağırdılar. İçeri girdim. Heyecanlıyım. Rüyamda gördüğüm adam karşımda… Hikaye mi bakana da anlattım. Adımı, adresimi, telefonumu aldırdı. Birkaç yeri hemen aradı. Bana memleketime gitmemi söyledi. Döndüm, eve geldim. Aradan 3 gün geçmişti. Beni ulaştırma bakanlığından aradılar. Mersin’de karayollarında işe alındığımı söylediler.
Bir başka hikayem ise babamın ölümüydü. Yine bir gece rüyamda babamın trafik kazasında öldüğünü gördüm. Yeri, arabayı, şeklini her şeyi açık açık görüyordum. Sabah kalktım:
- Anne, yarın babam ölecek. Trafik kazası geçirecek, dedim. Annem:
- Sus, şom ağızlı, babaannesi kılıklı… Bu huy sana babaannenden geçti. İkinizde güzel bir şey söylemezsiniz, dedi. Akşam işten geldim. O gece babamla son gecemizdi. Saatlerce sohbet ettim. Tabi annem inanmadığı için o yaklaşmıyordu yanımıza.
- Anne, ne olur, sen de gel… Bu babamın son günü, diyordum ama nafile… Gece saat bire kadar babamla konuştum. Onu sevdim. Ve uyuduk. Sabah kalktım, işe gittim. Ama elim yüreğimde… Öğle vakti telefon geldi. Trafik kazası olmuş. “Baban vefat etmiş”, diye haber verdiler. Bu tür şeyleri hissetmek, görmek beni korkutuyor. Gördüğümde günlerce huzursuz oluyorum. “Keşke böyle bir özelliğim olmasa”, diyordu Ayten Hanım. Buna benzer olayları yaşayanların da en büyük isteği bu tür hadiseleri önceden bilmemek idi. Gelecekte olacak şeyleri bilmemek bizim için mükemmel bir şey… 10 Yıl sonra öleceğinizi bilseniz rahat olabilir misiniz? Falcılara gidip para veren insanlara acıyorum. Anı yaşamak kadar güzel bir şey olamaz.
Görme engellilerde renk algısı
Şimdi “görme engelliler renkten ne anlar?”, diyebilirsiniz. Ben uzun yıllardan beri görme engellileri takip ediyorum. Çünkü üniversiteden sınıf arkadaşım görme engelli… Yıllardan beri onunla yapışık siyam ikizleri gibiyiz. Nereye gitsek beraberiz. Yani onun her halini bilirim. Arkadaşım doğuştan görme engelli… Gözlerinde bir problem yok ama görme sinirlerinde sorun olduğu için görmüyor. Bu arkadaşımla yüksek lisans programında birlikteydik. Dersimiz nöroloji… Ders hocamız Nörolog Bülent Bey, bir hafta önceden bir bayan öğrenciye “Koku ve beyin” konusunu hazırlayıp gelmesini ve sunmasını söylemişti. Bayan arkadaş birçok parfüm, tane de çiçek getirmişti. Her parfümü ayrı ayrı koklatıyor ve kişi o anda ne hissetmişse o hissi tahtaya yazıyordu. Bu kokuların bir kısmı kadınsı bir kısmı da erkeksiymiş. Sıra bana geldi. Ben:
- Handan Hanım, ben kokudan anlamam. Benim burnum koku konusunda hassas değildir. Ama bizim Asım’ın burnu çok hassastır. Ona koklat, dedim. Handan Hanım parfümleri tek tek koklattı ve Asım’ın hissettiği duyguları tahtaya yazdı. Bu sırada Bülent Hoca araya girdi.
- Asım’a çiçekleri de koklat Handan, dedi. Asım ilk çiçeği eline aldı. Kokladı.
- Bu çiçeği daha önce hiç koklamadım. Ama kokusu karanfile benziyor, dedi. Bülent hoca:
- Asım, çiçeğin rengi nedir?. Asım:
- Beyaz, dedi. Herkes şok olmuştu. Gerçekten çiçek beyazdı ve sümbüldü. Asım daha önce sümbülü hiç koklamamış. Bülent Hoca Handan’a diğer çiçeği koklatmasını söyledi. Asım çiçeği eline aldı.
- Bu gül, dedi. Yine Bülent Hoca araya girdi.
- Rengi nedir, Asım?
- Kırmızı… Herkes bir “oooooo” sesi çıkardı şaşkınlıktan. Gerçekten kırmızıydı.
Sonra Asıma bunu nasıl bildiğini sorduk. Asım:
- Bilmek için özel bir gayret sarf etmiyorum. O anda içime doğuyor, ben de söylüyorum. Bu olay üniversitede sansasyon yarattı. Hayret ve şaşkınlıkla herkes bu olayı konuşuyordu. Engelli insanların, artık altıncı his mi dersiniz, başka bir şey mi dersiniz, bu tür hisleri kuvvetli oluyor. Bir yöndeki eksilik başka bir taraftan telafi ediliyor.
Asıl kör olan bizleriz galiba. Gözden başka organlarımızın görmeyeceğine inandığımız için şaşırıyoruz. İnsanı bir anlayabilsek… Birileri bizi uçacağımıza inandırsaydı belki uçma yeteneğimizi de geliştirebilirdik.
Güzel bir bayanın manyetik alanına girmek
Güzel bir bayanın varlığı aynı ortamdaki erkeği etkiler mi? Bayanlarla erkeklerin aynı ortamda çalışmasının yada okumasının sakıncası var mı?
Buna benzer sorulara bilim adamları cevap bulmuşlar. Bu tür sorunların şimdi bilimsel kanıtı var. Kanadalı bilim adamları, erkeklere çok hoş ve çirkin kabul edilen bayanların resimlerini göstermişler. Erkeklere zar attırıyorlar. Zar atma işlemi sonucunda iki şıklı bir sonucu kendilerine söylüyorlar. Bir gün beklerlerse 15 dolar kazanacaklar. Eğer üç, dört gün beklerlerse 75 dolar alacaklarını söylemişler. Güzel kadınların resimlerini gören erkeklerin büyük kısmı 15 doları almış. Üç, dört gün bekleyip 75 doları almayı kabul etmemiş. Nörologlara göre aşk kimyasalı oluşur oluşmaz erkekler uzun vadeli sonuçları düşünmeyi bırakıyor. Aynı test bayanlara da uygulanmış. Ama erkeklerin çekiciliğinin onların düşünce işleminde hiç etkisinin olmadığı ortaya çıkmış. Nörologlara göre; güzel kadınlar beynin yargı alanını boş bırakarak prefontal korteksin değerini azaltırken güzel kadınların erkeğin limbik sistemlerini (duygusal doluş) ateşlemesine sebep oluyormuş. Barlar, pavyonlar, kumarhaneler bu ilkeyi iyi bilirler. Bu tür yerlerde alkol servisi yapan ve kısa elbiseleriyle dolaşan bayan garsonlar vardır. Her ikisi de PFC aktivitesini düşürüyormuş. Şimdi araba reklamlarında, sakız reklamlarında neden güzel hatunların kullanıldığını anlıyor musunuz? Güzel bir hatunun manyetik alanına giren erkek dengeyi şaşırıyor abi. Aman dikkat!
Haberleri seyretmek
“Allah’ım aklıma mukayyet ol” diyorsanız sakın ola ki Türkiye’de akşam haberlerine bakmayın.Türkiye’de insana değer veren bir yayın anlayışı hakim olmadığı için televizyon kanalları haberleri fütürsuzca veriyorlar.Bir psikolog olarak kesinlikle diyebilirim ki “Ruh sağlığınızın bozulmaması için kesinlikle haberleri izlemeyin”.Hani çöpçüler kralı filminde Kemal Sunal gazete satıcısı çocuktan günlük havadisleri,ölen ve yaralanan kişilerin sayısını duyunca “İçimiz karardı be” der.Evet her olumsuz olayı duyunca farkına varmasak da içimiz kararıyor. Hep ölüm, kaza,cinayet haberleri en ince ayrıntısına kadar veriliyor. Hatta zamanla öylesine kanıksıyoruz ki anlatılan olayları, yemek yerken dahi aldırmadan bu kan, revan içerikli haberleri seyrediyoruz. Zamanla duyarsız bir varlık olup çıkıyoruz. En basit bir olayda muhabirler Türkiye’yi savaşın eşiğine getirebiliyorlar. Yurtdışına gittiğimde, ülke gündeminden birkaç gün uzak durduğum zaman valla moralim yerine geliyor. Çocuklarımız bu korkunç sahneleri seyrederek büyüyor.Yarın onların yaşayabileceği travmaları düşünebiliyor musunuz? Ve duyarsızlaşan bu gençler 14-15 yaşında anne-baba katili oluyorlar.Televizyonlar anne-babanın yerine çocuklara model oluyor.Sağlıklı bir ruh sağlığı ve nesil için haberleri seyretmemeyi seçin.
Hasta çeşitleri
Şimdi süper zeki okuyucularımızdan bazıları; “Yahu hastanın çeşidi mi olurmuş, hasta hastadır işte” diye itiraz edebilirler. Efendim üç çeşit hasta vardır.
1 - Karamsar, kötümser hasta: Uygunsuz bir yerinden çıban çıksa hemen hekime koşar. Titreyerek sorar. “Doktor bey, kaç günlük ömrüm kaldı. Hemen mi öleceğim”. Bu tür hastalar iflah olmaz hastalardır. Pireyi deve yaparlar. Ve bir ayakları hep hastanededir. Poşet poşet ilaçlarla dolaşırlar. En çok ilaç yazan doktorlar bunların favorileridir. Az ilaç yazan doktorları tutmazlar. Tabiî ki iyi doktor çok ilaç yazar ya bunların gözünde.
2 - Popüler hasta: Efendim tür hastalar, hastalıkları ile ilgili ne kadar bilgi varsa toplarlar. Tıp kitaplarını karıştırırlar. İnterneti didik didik araştırırlar. Hastalıkları hakkında en az bir doktor kadar bilgi sahibi olurlar. Gittikleri her toplantıda, çayda, sohbette saatlerce hastalıklarını anlatırlar. Tek amaçları dikkat çekmek ve o grupta popüler olmaktır. Ellerinden bu hastalığı alırsanız anlatacak hiçbir şeyleri kalmaz. Hastalıkları ile özdeşim kurmuşlardır. Onsuz yaşayamazlar. Ve bunlarda iyileşmek istemezler. Hatta bunları iyileştirmek tehlikelidir. Hastalıklarını iyileştirirseniz, anlatacak bir şeyleri kalmaz ve bunalıma girip, intihar bile edebilirler.
3 – İyimser hasta: Kaza geçirmiştir. Tabiri caizse kaportayı dağıtmış, ağız, burun birbirine karışmıştır. Yerinden kalkamıyordur. Doktoru görünce hafifçe yerinden kımıldar. “Doktor bey, beni ne zaman taburcu edeceksiniz. Ben iyiyim. Biran önce evime gitmek, yürümek, dolaşmak istiyorum” der. İşte bu tür hastalar her türlü hastalığı yener. Ölmediği müddetçe hep ümitlidir. Şimdi sıra sende hindi dolması arkadaş… Sen hangi hasta çeşidine giriyorsun?
Hata yapabilirlik ilkesi
“Yeryüzünde bütün insanlar için geçerli bir yasa, kural var mı?”, derseniz, ben de “var” derim. Şöyle çevremize baktığımızda mükemmeliyetçi bir çok insan görürüz. Onlara göre her şey mükemmel olmalı. Hiç bir eksik, gedik olmamalı. Olursa ne olur peki? Hayatları kararır. Mükemmeliyetçilik bir hastalıktır zaten. Sevgili okuyucu seni bilmem ve tanımam. Ama senin hakkında bir konudan kesin hüküm verebilirim. Hem de yüzde yüz eminim. Kesinlikle sen hatasız bir insan değilsin. İşte insanların bu hata yapma durumlarına “hata yapabilirlik ilkesi” deniyor. Yüzündeki her insan hata yapabilir. Ve biz bir çok şeyi deneme-yanılma yöntemiyle öğreniyoruz. Yani hata yapa yapa doğruları öğreniyoruz. Hata yaptığın zaman kendine kızıp, hayatını kabusa çevirme. Senin gibi hata yapan yaklaşık sekiz milyar insan yaşıyor yeryüzünde. Yani bu konuda yalnız değilsin. Hata yapma özgürlüğün var. Yeter ki bu hataların başkalarına zarar vermesin.
Hayatın ritmini yakala…
“Hayatın ritmini yakala” diyen reklamları sıkça televizyonlarda görüyoruz. Hayatın ritmi mi varmış ki? Evet, hayatta her şey bir akı halinde… Çünkü bizler, eşyalar, evler, arabalar, hepimiz enerjiden oluşuyoruz ve belli bir frekansımız var. Vücudumuzun belli bir frekansı var. Diziniz bir yere çarptı. Hemen orası ağrımaya başlıyor. Oranın frekansı değişiyor anında. Çok gürültülü bir yere gittiniz. Rahatsız olursunuz ve oradan uzaklaşmak istersiniz. Çünkü sizin frekansınız ile orasının ki uyuşmadı. Doğaya çıktınız, yürüyüş yapıyorsunuz. Müthiş bir dinginlik hissedersiniz. Çünkü sizin ve doğanın ritmi aynı frekansta buluştu. Enerji terapilerinin en önemli özelliği de bu farklı frekansları dengeye kavuşturmasıdır. Uyum ve denge bütün canlıların olmazsa olmazıdır. Bakın efendim fizik bu konuda ne diyor?
İki şey, farklı frekanslarda titreşiyorlarsa, olabilecek üç değişik yol vardır. Ya daha düşük titreşimde olan titreşimini yükselterek, yüksek titreşimde olanın rezonansına uyum sağlayacak. Ya yüksek titreşimde olanın titreşimi düşürerek düşük frekansta olanın rezonansına uyum sağlayacak (çok nadirdir). Veya bu iki değişik frekans, ortada bir yerde birleşeceklerdir. Enerji terapistleri bu uyumu bakın hangi örneklerle açıklıyorlar.
Eski tip sarkaçlı saatleri bilisiniz. Bu saatlerden ikisini, karşılıklı duvarlara asıp sarkaçlarını değişik yönlere çalıştırırsak bir kaç gün içinde sarkaçların aynı yönde sallandığını görürüz. Duvar bu iki saatin uyumlanmasında görev yaparak, rezonansı sağlar.
Sıcak yaz gecelerinde, çalılara toplanan ateş böcekleri, başlangıçta düzensiz bir şekilde yanıp sönerler ama kısa süre sonra hepsi ışıklarını düzenli bir şekilde yakıp söndürürler. Grup arasında bir uyum gerçekleşir.
Yine dere kenarındaki kurbağalar, ilk toplanıklarında yüzlerce değişik ses çıkarırlar, kısa bir süre içinde koro halinde tek ses çıkarmaya başlarlar. Çünkü doğal olarak birbirlerinin rezonanslarına girmişlerdir.
Uyum sağlayamadığınız ortamlardan hemen uzaklaşsanız çok güzel olacak. Sizi bozar. Hadi bakalım hayatın ritmini yakalamaya. Yakalarsanız sakın ola ki kaçırmayasınız.
Hızlı yaşa, genç öl…
Hakan teğmen yakışıklı bir tip… Her zaman kızlar etrafında pervane oluyorlar. Askerliğin ayrı bir havası var. Her gün bir kızla düşüp kalkıyor. Arkadaşı ve meslektaşı İbrahim bey anlatmıştı teğmen hakanı bana. İbrahim bey mazbut, inançlı bir Anadolu delikanlısı… Hakanı her gördüğünde inanç ve manevi boyut üzerinden konuşuyorlar. İbrahim bey şöyle anlatıyordu bu acıklı hikayeyi…
- Onunla her karşılaştığımızda ahlaki değerlerden bahsediyordum. Hakan ben konuşunca hemen sözümü keserdi.
- İbrahim, sen müzeliksin oğlum. Hangi çağda yaşıyoruz. Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun, derdi.
Onunla her karşılaşmamızda ben onun bu bohem hayatına dikkat çeksem o hep aynı bildik cümlesini tekrarlardı. “Hızlı yaşa, genç öl, cesedin yakışıklı olsun”. İkimizde havacıyız, pilotuz. Bir gün atış tatbikatımız vardı. Öğleden sonra… Arkadaşlar beni aradılar. Hakan’ın vurulduğunu söylediler. Hemen hastaneye koştum. Hakan yanlışlıkla atış poligonuna girmiş. O sırada başka bir arkadaş atış yapmış. Ve Hakan’ın belden aşağısını mermi almış götürmüş. Son anında yanındaydım. Gözlerimin içine baktı.
- İbrahim, bütün söylediklerinde haklıymışsın, dedi. Hızlı yaşadım, genç ölüyorum ama maalesef cesedim yakışıklı değil. Bacaklarım kopmuş bir şekilde gidiyorum öbür tarafa. Bir süre sonra da hayata gözerini yumdu.
Hormon saatiniz kaç?
Ertesi gün erken saatlerde kalkmanız gerekiyor. Kayınvalideniz havaalanına gelecek ve siz gidip onu getireceksiniz.(İçinizden,valla gidip getirmem orada kalsın diyenler çıkabilir). İşiniz acil… Akşam uyumadan önce sürekli“ Sabah saat beşte kalkmam lazım,sabah saat beşte kalkmam lazım,sabah saat beşte kalkmam lazım” diye tekrarladığınızda muhakkak saat beşte uyanırsınız.Ya saat beşe 5 saniye vardır.Ya da 5 saniye geçiyordur.Buna benzer olayları bir çoğumuz yaşamışızdır. Bunun sebebi ne ola ki? Aslında vücudumuzun çok güzel bir saati var. Kum saati gibi… Bu saat hormonlar tarafından çalıştırılıyor. Ve bilinçaltı bu saatin işleyişini düzenliyor. “ Sabah saat beşte kalkmalıyım” düşüncesi bilinçaltına kodlanıyor. Sabah saat tam beş olduğunda bilinçaltı durumu bilince iletiyor ve bilinç uyanıyor. O anda saatinizi de kursanız sizin vücut saatiniz normal saatten daha dakik çalışır. Bu hormanal saat bize uyku saatimizin geldiğini,acıktığımızı,yorulduğumuzu haber verir. Bu saat hipnoz esnasında da çok dakik çalışıyor. Hipnoz altındaki bir çok kişiye “tam 5 dakika sonra transtan çıkacaksın” derim. Ve ben kendim saat tutarım. O sırada çalışma odamda herhangi bir saat yoktur. Kişinin gözleri kapalı…Tam 5 dakika sonra hipnozdaki kişi gözlerini açar ve hipnozdan çıkar. Ve ben vücudumuzun mükemmel yaratılışı karşısında her zaman şaşırmaya devam ederim.
İki körün bir gözü
Halit amca 100 yaşını devirmiş piri fani biriydi. Son 30 yıldır gözleri görmüyordu. Çok sıcak, cana yakın, samimi ve şakacı bir tip idi. Yaz kış evinin önüne çıkardı.Yazın sıcakta gölgede, kışın soğukta ise güneşli yerlerde, duvar dibinde kendine bir yer bulurdu. Aynı sokakta yaşayan 50 yaşlarındaki Hamo’nun da geçirdiği bir hastalık sonucunda gözünün biri kör olmuş,diğer gözü ise yüzde elli görmüyor. Hamo çarşıyı, pazarı gezer, gelip Halit amcanın yanına oturur, gördüğü şeyleri detaylıca anlatırdı. Evine gideceği zaman Halit amca:
- Oğlum Hamo!
- Efendim, Halit emmi
- Hamo, aman gözüne dikkat et. Aman ha gözüne bir şey olmasın.
- Niye ki Halit emmi?
- Yavrum, iki körün bir gözü… Sen o yarım göz olmasa dünyadan haberimiz olmaz, derdi.
Hamo, Halit amcanın yanından her ayrılışında aynı cümleyi duyardı.
“Hamo, aman gözlerine mukayyet ol. İki körün bir gözü, oğlum, iki körün bir gözü…”
Bir doktor arkadaşımın hikayesi… İlkokul beşinci sınıfta bir kıza aşık oldum. Sarı saçlarını annesi her gün örerdi. Lüle lüle saçlarına bakınca mutlu olurdum. Gözleri yemyeşildi. Memur kızıydı. Temiz ve pırıl pırıldı elbiseleri… Ama ona sevdiğimi hiç söyleyemedim. İlkokul bitti. Babam beşinci sınıftan sonra beni aldı ve bir berbere çırak olarak verdi. Sonbahar geldi ve okullar açıldı. Kızın ailesi onu ortaokula yazdırmıştı. Sevdiğim kız her gün berber dükkanının önünden geçiyor ve okula gidiyordu. Hayran hayran onu seyrediyordum. Ve kendi kendime hayaller kurmaya başladım. “Bu kız okursa, öğretmen, mühendis, hemşire olursa…” “Benimle evlenmez.” “Onunla evlenememek çok kötü olur”. Böylelikle bir sene geçti. Okullar açılmaya yakın babama gittim. “Baba ben okumak istiyorum”,dedim. Babam okula kaydımı yaptırdı ve ben okumaya başladım. Ortaokul, lise bitti. Tıp fakültesini kazandım ve doktor oldum. O kız nerede, ne yapıyor bilmiyorum. Onunla evlenmedim ama basit, saf, temiz platonik bir aşk benim hayatımı değiştirdi. Eğer o kıza aşık olmasaydım şimdi bir berberdim.
İncir hırsızları
Köyde muhtarın incir bahçesine hırsız girmiş. Haber kısa sürede köye yayıldı. Muhtar 17-18 yaşlarında kafadar iki genci ellerinde bir sepet incirle yakalamış. Köy meydanında muhtar gençleri sorguluyor. Gençlerden birisi uzun boylu, diğeri tam tersi kısa boylu… Kafadarlardan uzun boylu ifade veriyor:
- Muhtar amca, ekmek, Kur’an çarpsın senin incirlerine elimi vurmadım. Kısa boylu kafadar da:
- Yemin ederim, senin bahçene adımımı atmadım, diyor. Muhtar işin içinden bir türlü çıkamıyor. Ellerinde bir sepet dolusu incir var ama olayı aydınlatamıyor. Sonunda işin sırrı çözüldü. Bu iki kafadar muhtarın incir bahçesine hırsızlık için girdiklerinde; kısa boylu genç, uzun boylu gencin sırtına binmiş. Ağaçtan kopardığı incirleri sepete doldurmuş. Yemin ederken de biri “bahçene adımımı atmadım” derken, diğeri “elimi vurmadım”, diyor. Köftehorlar iş böyle de olsa yalan söylemiyorlar.
İnsan çeşitleri
a-Zaman algısına göre insanlar üçe ayrılır.
1- Dünü yaşayan insan: Bu tür insanların saatleri durmuştur. Hep geçmişi düşünüp sıkıntı çekerler. Beş kişilik bir aile geldi bana. Hepsi depresyon yaşıyor. Anne 50 yaşlarında… Oğlu 24 yaşında… Gelin 21 yaşında… Kız ise 19 yaşında… Baba öleli 5 yıl oluş. O zamandan beri hepi sıkıntı… Kadın dünü yaşayan birisi… Çocuklarına da dünü yaşatıyor. Çocuklar oturmuş neşe içinde yemek yiyorlar. Anne başlıyor:
- Yiyin yiyin, yiyin oğlum yiyin… Dağ gibi babanız toprağın altında çürüsün siz yemek yiyin. Çocuklar susup hemen sofradan çekiliyorlar. Başka bir zaman televizyon seyrediyorlar. Komik bir proğram… Gülüyorlar tabi… Kadın gene başlıyor.
- Gülün gülün, gülün kızım gülün… Dağ gibi babanız toprağın altında çürüsün siz gülersiniz ha... Çocuklar televizyonu kapatıp ağlamaya başlıyorlar. Delikanlının arabası var. Hafta sonu pikniğe gidecekler. Bütün malzemeler hazırlanıyor. Arabaya yükleniyor. Arabaya biniyorlar. Tabi anne binmiyor. Başlıyor söylenmeye:
- Adam çalıştı, çabaladı, biriktirdi ama hayrını görmedi. Yemeden gitti. Yiyin oğlum babanızın malını… Dağ gibi adam toprağın altında çürüsün siz pikniğe gidin. Araba geri dönüp geliyor. Adam üç yıl öce iflas etmiş. Ama hala kafasını duvara vuruyor.
-Neden benim başıma geldi. Ben eşek kafalıyım. Yahu kardeşim, dün öldü. Artık dünü değiştirme şansınız yok. Dünü yaşamak insana zarardan başka bir şey vermez.
2- Bu günü yaşayan insan: Hayatta en mutlu insanlar bu günü yaşayan insanlardır. Biz buna “anı yaşamak” deriz. “Kendimi nasıl mutlu ve huzurlu hissedebilirim?”, diye sorarlar hep. Bu soruya cevap ararlar. Her anlarını güzel geçirmeye gayret ederler.
3-Yarını yaşayan insan: Bir başka sorunlu insan tipi de budur. Bunlarda hep gelecekle ilgili –cekli,-caklı olumsuz cümleler kurarlar. Depresif vakaların, panik atak hastalarının çoğu yarını yaşayan insanlardan oluşur. Ayşe hanım 38 yaşında… Mersin’den yanıma geldi. Lise mezunu… Evli… Oğlu 13 yaşında… Eşi mali müşavir… Maddi manevi hiçbir sorunu yok. Mersin merkezde lüks dairesi… Sahilde deniz evi… Altında son model araba… Ayşe hanım sürekli ağlıyor. Başladı anlatmaya…
- Hocam ortaokuldan beri depresyondayım. En mutlu günüm düğünümdü o gün bile ağladım. Hiç yüzüm gülmüyor.
-Peki, Ayşe hanım, seni üzen şey nedir?
- Hocam, benim bir kardeşim var. 25 yaşında… Evli ve 2 çocuğu var.Kardeşimi kötü bir huyu var.
- Nedir?
- Kardeşim, Mersin-Adana otobanında arkadaşları ile hız yarışı yapıyor.
Hocam, yarışırken arabası takla atacak. Kardeşim param parça olup ölecek. Çocukları yetim, hanımı dul kalacak. Söyleyin Allah aşkına hocam! Kardeşim ölürse ben nasıl yaşarım. Ööööhö öhööö… İki gözü iki çeşme ağlıyor.
- Peki kardeşin kaç yıldan beri yarış yapıyor?
- Beş yıldan beri…
- Öldü mü?
- Hayır
- Öleceğini nereden biliyorsun, öleceğine dair elinde delilin var mı?
- Hız yarışı yapıyor ya!
İşte nu tür insanlar hep olmamış olayları sanki olmuş gibi hayal ederler ve aynen yaşarlar. Başlarına kötü şeyler gelecek diye dışarı çıkmazlar. Yarını yaşamak da hastalıklı bir düşüncedir. Güzel bir bilge şu güzel sözü söylemiş. “Dün öldü, bu gün can çekişiyor, yarın ise daha doğmadı”.
b- Ego algısına göre insanlar ise üçe ayrılırlar.
1- Ben merkezli insan: Bencildir. Egoisttir. Kendini beğenir ve herkesin kendisine hizmet etmesini ister, bekler. Eline bir külah dolusu çekirdek alsa, çekirdeği çıtlatıp kabuğunu yere atar.
- Lütfen kabukları yere atmayın, burasını da birileri temizleyecek, deseniz;
- Bana ne temizlesinler. İşleri ne ki, der. Bu tür insanlar da mutlu olamazlar. Hep kavgalıdırlar.
2- Sen merkezli insan: Bu tür gariplerim de hep başkalarını düşünürler. “Hayır” diyemezler. Başkaları için yaşarlar. Genelde bazı anneler böyledir. Her gün eşine, çocuklarına on defa canlarının çektiği yemeği sorar. Ama kendi canının çektiği yemeği pişirip aile fertlerinin önüne koymaz. Kendi istekleri önemli değildir. Hatta kendi bir külah çekirdek alıp çıtlatmaz da başkalarının yere atığı kabukları toplar. “Ya kardeşim bu senin görevin değil, bırak görevliler temizlesinler”, dersiniz. O, “zararı yok ya bende yardım etmiş olayım”, der. Bu tür kelaynakların da hayatta hiç yüzü gülmez.
3- Biz merkezli insan: Olması gereken ideal tiptirler. Hem kendilerini düşünürler hem de çevrelerindeki başka insanları… Empati kurarlar. Eline bir külah dolusu çekirdek alır. Çekirdeği çıtlatır ama kabuğunu yere atmaz. Elinde biriktirir ve götürüp çöpe atar. Ona “çekirdek kabuklarının yere at” dersiniz. O ise, “ne münasebet, burasını kirletemem. Başkalarına zarar vermeye hakkım yok” ,der. Hayatta muylu, huzurlu, uyumlu olan tipler bunlardır.
c- Olaylara bakış açısına göre insan ikiye ayrılır.
1- Sorun odaklı insan: Sadece yaşadığı soruna odaklanır. Ve başına gelen bir olumsuz olaydan dolayı sürekli ‘lanet’ okur. Sorun odaklı bir şoför… Yolda giderken bakar ki yolun üzerine kocaman bir taş düşmüş. Taşın başına gelir ve durur. Başlar söylenmeye…
- Ben şanssız adamın tekiyim. Kötü olaylar hep beni bulur. Ben kaza yaparım. Ben iflas ederim. Benim arabamın tekeri patlar. Hep ben ben ben… Yoldan taşı kaldırım atmayı akıl etmez. Hep söver, küfreder. Siyasileri eleştirir. Kendilerine hep “neden” sorusunu sorarlar. Bu tip insan maalesef çokça var çevremizde… Bunların da yüzü gülmez.
2- Çözüm odaklı insan: Efendim, bu tipler hemen çözüme odaklanırlar. Başlarına olumsuz bir olay gelse hemen “ben bunu nasıl çözerim” , diye düşünürler. Şimdi şoförümüz çözüm odaklı olsun… Yolun ortasına taş düşmüş. Gelir, durur ve hemen “ben bu taşı buradan nasıl kaldırabilirim”, diye düşünmeye başlar. Karayollarından yardım ister. İtfaiyeyi çağırır. Diğer şoförlerden yardım ister.Yani sorunu bir şekilde çözer. İflas etmiştir ama çözüm için uğraşır. “İflas ettim” diye oturup ağlamaz. Bu tipler hayatta başarılıdırlar.
İnsanın kendi isminden nefret etmesi
Sizce bir insan kendi isminden nefret eder mi? Eder tabi… Yıllar öncesi… Üniversitede öğrenciyim. Oda arkadaşım Tayyar… Final dönemi… Harıl harıl ders çalışıyoruz. Tayyar’ın sabah erken kalkması gerekiyormuş. Ders tekrarı yapacak. Bende genelde erken kalkarım. Benden kendisini sabah erken uyandırmamı istedi. Sabah uyandım. Gittim yanına, salladım, tırtıkladım, uyanmıyor. Zaten geç uyumuş. Adamda tık yok. Başladım sakin bir sesle “Tayyaaaaaaar, tayyaaaaar, tayyaaaaaaar” demeye. “Efendim” diyor. “Hadi kalk, uyan”. “Tamam”,diyor ama uyumaya devam ediyor. Ben yine başlıyorum “Tayyaaaaaaar, tayyaaaaar, tayyaaaaaaar” demeye. Tayyar bu sefer fırladı yataktan ve bağırmaya başladı. “Yeter, be yeter, kalkmıyorum ya, kalkmıyorum”. Aradan biraz zaman geçti. Geldi özür diledi. “ Ya kusura bakma. Sen ‘Tayyaaar’ diye seslenince kendi ismimden nefret ettim. Kıymık gibi beynime battı sanki. Bu nasıl bir şey anlamadım”. Tayyarın yaşadığı durumu ben kendim de çok yaşamıştım. İlkokula giderken annem bana ismimle seslenirdi. Uykun en tatlı anında uyarırdı. Yastıkla kulaklarımı kapatırdım. Kendi adım bana işkence gibi gelirdi. Biz buna psikolojide aşırı uyarılma diyoruz. Uyandırmak istediğiniz kişinin adını sürekli ve sakin bir şekilde söyleyin. Hemen yataktan fırladığını göreceksiniz. Ama siz gene de tedbirinizi alın. Biraz uzak durun. Çünkü o anda eline ne geçerse size fırlatabilir.
İsminizin anlamı kişiliğinizi etkiler mi?
Her zaman insanın ismin anlamının kişilik yapısını etkilediğini söylerler.Yıllardan beri bir şehir efsanesi olmuştur bu.Gerçekten ismin anlamı kişiliği etkiler mi? Ben bu konuda epey düşündüm.Elimde kesin bilimsel bir veri yok ama bu konuyu içeren bir araştırma aklıma geliyor hemen. Bu araştırma Prof.Masaru Emoto’nun 2002 yılında duyurduğu, su kristalleri ile yaptığı çalışma. 14 yıl boyunca laboratuvarda donma anında su kristallerinin resmini çekiyor. Güzel kelimler söylenen kristallerin resmi çok güzel çıkarken küfür ve hakaret içerikli sözcüklere maruz kalan kristallerin resmi bozuk çıkıyor. Buna bağlı olarak bir tencere pirinci lapa haline gelinceye kadar pişiriyorlar. İki ayrı kavanoza koyuyorlar.Isı,ışık,ses,renk gibi faktörlerin aynı olduğu iki ayrı odaya bu kavanozları yerleştiriyorlar.Birinin üzerine “teşekkür ederim” , diğerinin üzerine “aptal” yazıp yapıştırıyorlar. Her gün belirli periyotlarla “teşekkür ederim” kavanozuna güzel sözcükler söylenirken “aptal” yazan kavanoza ise küfür içerikli sözcükler söyleniyor.Bir ay sonra güzel sözcükler söylenen kavanozdaki lapa hala bembeyaz ve mis gibi kokuyor.Aptal sözcüğü yazılan kavanozdaki lapa ise simsiyah,zift gibi ve leş gibi kokuyor. Prof.Emoto:
- Suyun bilinci var. Bizi anlıyor diyor. Şimdi saadete gelelim. Çocuğa abuk subuk bir isim verdiniz.Ve ömrü boyunca aynı isimle çağırdınız.Ne olacak bu çocuğun hali? Yahu kavanozdaki lapa sözcüklerden etkileniyor da insan nasıl etkilenmesin? Şimdi olaya bir de bu açıdan bakalım. Diyelim ki çocuğunuza “kaya” adını verdiniz. Yahu başka isim mi yok? Gerçi biz güzel isim versek de onu bozacak lakaplar buluruz. Ve çocuklarımızı severken bile “yaramaz” , “ayarsız” , “aptal” diye seviyoruz. Çocuğun vücudunun % 70’i su. Söylenen her sözcük bedenini, bilincini etkiliyor. Şimdi sevgi,barış,mutluluk,huzur içerikli kelimeler kullansak kaybımız ne olur? Kaybımız olmaz ama kazancımızın sınırsız olacağı muhakkak… Yeri gelmişken lütfen kendinize de kötü sözcükler söylemeyin. Yoksa bir süre sonra Prof.Emoto’nun aptal kavanozu gibi sizde kokarsınız, bozulursunuz. Atalarımız boşuna “bir kişiye 40 gün delisin dersen deli olur” dememişler. “Emir demiri keser”, demişler. Bende “telkin demiri eritir”,diyorum. Madem ki kelimeler vücudumuzu, kişiliğimizi etkiliyor, çocuklarımıza 70-80 yıl huzur verecek isimleri seçelim.
İşsiz insan yok
Türkiye’de işsizlik oranı nedir? İstatistiklere bakarsak öğreniriz ama ben bakmadım. Geçen yıllarda öğretmen evine gitmiştim. Bir arkadaşımla buluşma yeri olarak orasın belirlemiştik. Aman Allah’ım… Dumandan içeri girilmiyor. Ve şak şuk kağıt sesleri… Okeyler oynanıyor. Çok üzüldüm. Türkiye’nin beyin takımı okey oynayarak zamanını öldürüyordu. Acı olan bu insanların öğretmen olmasıydı. “Bu insanların her biri bilgisayarın başına geçse branşı ile ilgili şeyler yazsa, araştırsa, okusa Türkiye’nin durumu çok farklı olur”, diye düşünmüştüm. Sevgili öğretmenlerim okey oynarlar ve “bu maaşla bu iş yapılmaz”, diye şikayet ederler. İşini güzel yapanları tenzih ediyorum. O günden beri öğretmen evlerine uğramam. Aynı mantıkla hareket eden diğer mahalle kahvehanelerinde durum buradan farklı değil... Anadolu’nun en ücra bir köyüne gidin, köy odasında hükümet yıkılır, hükümet kurulur. Engin bir siyaset bilgisine sahip olan köylüm yazın 3-4 ay çalışır. Kışın 8 ay aç yatar. Ve her şeyi devletten bekler. Şikayet eder, durur. Boş arazilerine on, onbeş adet ceviz ağacı dikse 10 yıl sonra geçimini sağlayacak bir duruma geleceğini düşünmez, akıl etmez. Saadete gelelim… Türkiye’de işsizlik diye bir şeyin olmadığını düşünüyorum. TÜRKİYE’DE İŞSİZLİK YOK. Sadece işe yaramaz insanlar var. Yani vasıfsız insanlar var. Türkiye’yi hazine sandığının üzerinde oturan ama bu zenginliğin farkında olmayan Hint fakirine benzetmişti bir bilgemiz. Türkiye’de 10 milyon işsiz insan yok. Bu insanlara bir meslek öğrettiğimizde, bir yetenek kazandırdığımızda sorunu çözeriz. Yapacak o kadar iş var ki… Bence Türkiye imkanlar cenneti…
Kardeşimin ruhu bedenime girdi
Sevgili Hocam, Adnan beyin yaşadığı bir garip olay… Adnan hocam psikiyatri dünyasına 50 yıl hizmet etmiş yüreği sevgi dolu bir beyefendi… Müthiş bir zekası var. Yaşı 80 civarındayken bile her şeyi çok rahat hatırlayıp anlatan birisi… Kendisinin de “en güvendiğim şey zekamdır”, dediği müthiş bir bellek ve hafızaya sahip… Adnan Hocam, geçmiş yıllarda yaşadığı bu ilginç olayı bize şöyle anlatmıştı.
“ Üniversite hastanesinde çalışırken bana birini getirdiler. Adam 40 yaşlarında vardı. Küçük kardeşinin ruhunun kendi bedenine girdiğini iddia ediyordu. Kardeşi yüzbaşıymış. Bir sene önce akşam evinde camın kenarında otururken dışardan gelen bir kurşunla öldürülmüş. Katili bulamamışlar. Yaklaşık bir sene sonra abisi otururken bedeninde bir kütürdeme hissetmiş ve ölen yüzbaşı kardeşin ruhu kendi bedenine girmiş”. Tabi bu hastanın anlatımları… Tedavi sürerken bir gün abi kardeşinin katilinin kim olduğunu kardeşinin ruhunun kendisine söylediğini ifade ediyor. Yüzbaşı gölcükte görev yaparken, askerlerden birisinin dikkatsizliği sonucu botlardan birisinin halatı çözülüyor ve bot denize açılıyor. Yüzbaşı da bu ere kızıyor ve vuruyor. Sonra da erden yüzerek gidip botu getirmesini istiyor. Bu genç komutanına karşı kin ve nefret besliyor. Tezkereyi aldıktan sonra, yüzbaşıyı gözetliyor. Akşam evinin yanına pusu kuruyor. Kardeşi evdeyken dışarıdan tek atışla onu vuruyor. Adnan Hocam, bu durumu aynen rapor edip genelkurmaya bildiriyor. Yapılan tahkikat sonucunda olayın gerçektende böyle olduğu yakalanan er tarafından itiraf ediliyor. Tedavi devam ederken abi kendi hanımından boşanıyor. Çünkü içindeki kardeşinin ruhu daha baskın… Ölen yüzbaşının hanımına yaklaşmaya çalışıyor. Onunla evlenmek istiyor. Bir gün ölen yüzbaşının ruhu abisine sinirleniyor. “Sende çok oldun artık. Benim hanımıma ilgi duymaya başladın. Ben artık senin bedenini terk edeceğim”, diyor. Ve abisinin bedeninden ayrılıyor. Gene büyük bir kütürdü şeklinde… “Sanki kemiklerim kırılıyordu”, diyor abi. “Ve bu olaydan sonra abi iyileşti, hiç bir şeyi kalmadı”, demişti hocam.